Seyahatü'l Kübra. Karçınzade Süleyman Şükrü

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü страница 16

Жанр:
Серия:
Издательство:
Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü

Скачать книгу

hayal ettiğim derecede istifade edemedim. Düzensiz olduğu için baş ağrısından başka bir şey vermeyen ve dedikodu ve boş kelamına tahammül edilmez açıklaması beni Hazreti Cami’ye artık elveda demek zorunda bıraktırdı.

      Garip bir tarzda okunarak bu illeti tamamlayıp, keyfiyetini sürdürme saadetine kavuşmanın imkânsız olduğunu erkenden keşfettim. İnsanca bir şekilde meal değil de papağan gibi yalnız söz ezberletmeye çalışmak gibi bir beladan hızlı bir şekilde kurtulduğum için bugün hâlen daha şükrederim. Bu başarıdan sonra memur olabilmek için İstanbul’a (Dersaadet) giderek Posta ve Telgraf Nezareti’ne (Bakanlık) müracaat ettim. Neticesinde birkaç ay içinde görevlendirildim. İstanbul’da bulunduğum zamana babamın hastalığı haberini alınca Bakanlığın teklif ettiği Pozantı Merkez Memurluğu’nu kabul etmek durumunda kaldım. Bu merkez sadece kabloların kontrol edilmesi ve haberleşmenin kesilmemesi amacıyla kurulmuştu. Konum olarak dağ başında ve etrafında insan bulunmayan bir yerde olması nedeniyle yine topluma karışmaktan mahrum bir duruma düştüm. Bu nedenle melek sandığım insanların aslında dönek oldukları henüz bilmiyordum. Yürüyerek sonu gelmeyen ürkütücü bir çam ormanını ikiye bölen güzel bir nehrin kenarında bulunan Pozantı Merkezi’nde iki yıl görev yaptıktan sonra görev yerim değiştirilerek Adana’ya geçtim.

      Daha yeni adım attığım hayattan ibret dersi almaya ve gözümü açmaya bu merkezde başladım. Aman ya Rabbi! Temiz kalplilikle sevgi beslediğim meslektaşlarımdan beklentimin aksine gördüğüm o vicdansızca karşılık, hayvancasına şeytani davranış, fitne ve ahlaksızlık da neydi? O dönemlerde bir keyif ve eğlence yerine dönüştürülen bu yere acaba ne günahım vardı da geldim. Çirkinlikte birbirlerine rahmet okutan bu adamların şeytanı dahi ürküten işlerinden o kadar huzursuzdum ki! Dünyaya geldiğime ve hatta insan olduğuma pişman olmuş bir şekilde insanlıktan nefret eder hâle geldim. Zira kıyafetlerine bakınca onlara da insan deniyordu. Soysuzlar ile kelam etmekten ve kötüye yakın olmaktan sakın!

      KENDİ İSTEĞİMLE YAPTIĞIM YOLCULUK

      Mali 1302 yılı Kasım ayının ilk haftasına rastlayan Salı günü (Kasım, 1886) sabahı merhum babam ve annemden canımdan ayrılır gibi vedalaşarak tarifi mümkün olmayan hazin bir duygunun kahredici pençesinde ezilerek Allah’ın izniyle Eğirdir’den yola çıktım. Sırasıyla Hamidabad, Ağlasun, İncirhanı, Sahraniç arası, Çubuk Boğazı ve Kırkgöz üzerinden Antalya’ya indim.

      Birkaç gün sonra gelen İngiliz bayraklı “Antoni” adlı vapura bindim. Yolculuk esnasında Egenin sevimli adalarını, İzmir, Sultaniye Kalesi’ni seyrederek hilafetin saygıdeğer merkezine yirmi günde ulaştım. Daha önce herhangi bir seyahatim ve yolculuk deneyimim olmadığı için bir ön araştırma yapmadan bindiğim bu dilenci vapuru Ege Denizi’nde uğramadık iskele ve dolaşmadık ada bırakmadı. Antalya’dan İzmir’e on sekiz günde ulaşmıştım. İngilizlerin dünyayı utandıran açgözlülükleri yüzünden sabretmesi zor bu çile hayatta tattığım ilk zehirlerdendir.

      HAMİDABAD

      Kumsal bir ovanın kıyısında kurulu; batısı Burdur, güneydoğusu Ağlasun Dağları ile kaplıdır. Havası çok güzeldir. Manzarası keyifli, suyu bol, bağ ve bahçeleri geniştir. Zeki bir halkı olmakla beraber genellikle takı tutkunu, eğlenceye düşkündürler. Şehrin önde gelenleri dua peşinde aralıksız koşan ve zengin olmayanları ise çalışkandır. Çayırları ve tarlaları geniştir. Tarımsal faaliyetleri yolunda gitmektedir. Sanayisi ilerlemiştir. Hanları ve yapıları gayet düzenlidir. Sokak ve caddeleri de düzgündür. Gezinti alanları çim ve çilekler ile kaplıdır. Her tarafı Tebrizî denilen uzun boylu güzel ağaçlarla çevrilidir. Sancak merkezi olan mutlu ve refah içinde bir şehirdir.

      Başlıca sanatları dericilik ile eski tarz ayakkabı, topuğunun altı nallı geniş ayakkabı, tabanı meşin olan sağlam mest, sarı mest ve çizmedir. Daha sonra bu mesleklere dokumacılık, dayanıklı ve süslemeli kilim, nakışlı seccade, derli toplu halı dokuması ve yetiştirdikleri gül bağlarından esans üretimi de eklenmiştir. Bu yeni sanatların üzerine iştiyakla eğilip kısa zamanda ilerleme katetmişlerdir.

      Hele kadınların el işlerinde gösterdikleri doğal güzellik ve maharet sayesinde tamamen tiftik ile ördükleri kadın işi güllü çoraplardaki harika süslemeler ve zarafet çok değerlidir. Bu becerikli kadınların mahir ellerinden çıkan o güldeste çoraplar ile renk renk tomurcuklar kondurulmuş altın işi çevrelemeler, çeşitli şekillerde ve renklerde ibrişim kâseler, nadide oyalar, tezyin edilmiş danteller, gayet süslü perde saçakları, sevimli masa örtüleri… Bunlar çağımızın en meşhur sergilerine konulmaya ve iftihar edilerek sunulmaya layık sanat eserleridir. Çalışmalarının sonucu elde ettikleri yükselişi gördükçe yaşama zevkine ulaşan bu insanların kıyafet şekilleri Orta Çağ’ın son modasıdır.

      Yeni modaya ve icatlara çok fazla ilgili değiller. Hatta beğenmezler. Millî kıyafetlerini giyindiklerinde kavmiyetçi taraftarlık denilen seçkin karakter vücut bulmaktadır. Bu gibi özgün bir libasa ve ziynete sahip olmanın kişiye kazandırdığı ayrı bir yücelik duygusu vardır. İşte bu insanlar bu özel inceliğin ufkuna sahiptirler. Maddi ve manevi güzelliği inkâr edilemeyecek olan millî kıyafetlerin bir intizam içerisindeki güzelliğini fark edemeyip, dışarının maskaralıktan ibaret gösteriş ve hayatını bir şey zannedip bukalemun gibi renkten renge giren ufuksuz müsrife kadınlar! Eskiye takılı kalmak ancak ilim ve fennin ilerlemesi karşısından ilgisiz kalınırsa ayıplanabilineceğini anlamalılar.

      Aydın olmanın ve bilimin vasıtası ve eğitim ve kemale ermenin istikameti, ilerlemenin yolu bilginin artması ve sanatın canlandırılmasıdır. Diğer yandan da servet kazandıran ve şeref ve mutluluk getiren faydalı ve itibarlı uğraşları bazı anlamsız gösterişe, millî âdetlerimize uygun düşmeyen ve tamamıyla yabancı ve gülünç hâle dönüşüp tavus kuşuna benzer mahiyette bir övünçmüş gibi serseri bir şekilde dolaşmak, bilginin ve irfanın bir göstergesi değildir. Bu ancak görgüsüzlük eseri, utanılacak ve ayıplanacak bir sefaletin göstergesidir. Evleri çok akıllı ve bahtiyar ailelere ait olması nedeniyle mutlu olan erkeklerin giyim tarzları ise beş farklı şekildedir.

      İtibarlı memurlar mülkiye kıyafeti giyinirler.

      Orta hâlliler elfiye biçimi şalvar ve her türlü yerli kumaştan dikilmiş atlet (zıbın), üzerine ipekli yelek ve üstüne de yakasız kollu yelek (mintan) ve zarif bir abdestlik giyinirler. Başlarındaki fese ise hafif bir sarık sararlar.

      Dükkânında ufak tefek şeyler satan ve çalıştığından başka geliri olmayan esnaf kısmı ise mavi çuha kumaştan ya da kahve veya kestane renklerinde menevrek yününden yapılmış aynı şalvar, alaca ya da çitari ve basma kumaştan dikilme zıbın ve üzerine de şayak yapımı sako giyinirler. Bellerine de Acem şalı bağlarlar. Şehrin kenarından bulunan Dere Mahallesi sakini olan ve dericilik ve mutaflık ile meşgul olan olanların kıyafetleri Aydın tarafları biçimindedir.

      Rumlardan olan delikanlılar ise ağ tarafı paçasından uzun siyah pantolon, konç tarafı uzun çorap ve sivri ökçeli fotin ayakkabı; başlarına Osmanlı fesi, sırtlarına süslü zıbın ile işlemeli yelek, üzerine de kısa ceket ya da palto giyinirler.

      Arazilerde yoğun bir şekilde yetişen karnıkara börülce adı verilen lobya ile fasulye, kum darı, nohut, çavdar, buğday ve arpa yetişmektedir. Sebzelerden ise bamya, patlıcan, domates, patates, pırasa ve kabak mevcuttur.

      Meyvelerden de sultani kiraz, küçük boyutlu ama rengi ve kokusu çok güzel

Скачать книгу