Toraman. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Toraman - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Toraman - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

‘Kadın artık kısa kes. Okunacak başka hanımlar var. Bekliyorlar.’ dedi. Şeyh güldü. ‘Boşuna yorulma hanım, ben teveccühe vardım. Kalbindekileri hep anladım. Uzun söze hacet yok.’ dedi. Ben kıpkırmızı kesildim, öyle ya, insanın içinde söylenecek şey varsa, söylenmeyecekleri de var. Acaba hepsini anladı mı diye yerin dibine geçtim. Şeyh gülerken birdenbire öfkelendi. Arapça bir şey okudu. Anlamadım. Sonradan kalfaya sordum. ‘İnsanın iyiliği dilini tutmasındadır.’ demekmiş. Efendim, ondan sonracığıma gözlerini açtı. ‘Her hastalık sıtmanın ta kendisidir. Sende lakırtı sıtması var. Yedi gün, yedi gece hiç lakırtı söylemeyeceksin. Ağzından dünya sözü çıkmayacak. İşitiyor musun kadın? Bu lakırtı hastalığı!.. Ha dur dur bakayım, dur. Ha ha… Bu lakırtı illeti, bu kötü dert seni öldürür. Doğru cehenneme götürür. Yedi gün, yedi gece bir ölü gibi susacaksın.’ dedi. Asıl ben şimdi ağlamaya başladım. ‘Ah iki gözüm şeyhim, bu nasıl olur? Ben bu suskunluğa girmeden önce mahalleyi değiştirmeli. Bizim mahalle dedikodunun kumkuma yeridir. Ya evdekileri ben dilimle idare etmesem ne yemek pişer ne bir iş görülür. Uyurken susmam yetişmez mi?’ dedim. ‘Hayır, o susuş uykudur, sayılmaz.’ karşılığını verdi. Oysa elmasım Adile, bizim efendinin dediğine bakılırsa ben uykumda da hiç durmaz sayıklar, gündüzün yaptıklarımı hep tane tane gece söylermişim. Ben lakırtı söylemekten ölmem. Söylemezsem ölürüm. Fakat şeyhi kandırmak mümkün olmadı. Sonunda ‘Peki, peki susarım!’ dedim. ‘Efendim, ondan sonra her gece ve her sabah bir odaya çekilip yedi bin yedi yüz yetmiş yedi ya sabur çekeceksin. Kalbindeki fitneyi, içindeki şeytanları dağıt. Susmaktan pek için sıkıldığı vakit kalbinle görüş, vicdanınla sözleş. Murtabakaya var.’ dedi. Hanım nasıl olur? Hiç insan kendi kendine görüşür mü?”

      “Murtabaka değil, murakabe…”

      “Ne demektir o?”

      “Bizimki tekkeden geldiği vakit yapar da ondan bilirim.”

      “Nasıl şeydir o, anlat.”

      “Eline tespihi alıp bir köşeye çekilerek sessizce oturmak…”

      “Adile, insan kalbiyle nasıl görüşür? Ben kalbimdekileri zaten bilmiyor muyum? Kendi kendime görüşürsem bana deli demezler mi? Hem benim kalbim cinci meydanı değil ki elime saplı süpürgeyi alıp oradan şeytanları dağıtayım. Ondan sonracığıma kadınım, şeyh ağır ağır devam etti: ‘Sana bir muska vereyim. Okunmuş pamuk ipliği ile onu boynuna as. Hazreti Pir’in mezarından sana ufak bir taş versinler. Lakırtı isteği üstün geldiği vakit onu dilinin altına koy.’ ”

      “Şimdi o taş dilinin altında mı?”

      “Ağzımda tam üç gün taşıdım. Kaç defa yutuyordum. Dilimin altını yara etti. Şimdi çıkardım. Muşambaya sarılı, cebimde duruyor.”

      “Derviş Mehmet’in baklası gibi bir şey demek…”

      “Derviş Mehmet’i bilmiyorum. Fakat benim taş da hemen hemen bakla kadar var.”

      “Ağzına o taşı koyduğun vakit lakırtı söyleyebiliyor musun?”

      “Ne mümkün? Yeni lakırtı paralayan çocuklar gibi kem küm edip duruyorum. Kaç kere boğazıma kaçtı da Sabire parmağıyla çıkardı. Boğuluyordum. Efendim sana söyleyeyim, sonra şeyh, ‘Tekkenin bahçesinde biter kutsal bir ot vardır. Sana versinler. Merak bastırdığı vakit ondan bir parça kaynat da iç. Sıkıntı dağıtır.’ dedi. Bana üç defa okudu, üfledi. Ondan sonra efendim, kalfasını çağırdı. ‘Hanımı güzelce bir çiğneyiver. İçinde hiç merak yeli kalmasın, hepsi defolsun.’ dedi. Kalfa beni pencerenin önünde pöstekinin üzerine uzattı. Öyle bir çiğnedi, öyle bir çiğnedi ki bağırmaya utanıyordum. Pestil oldum. Herif galiba vaktiyle yorgancılık etmiş. Ot minder gibi çiğniyor. İçimde seksen şeytan olsa o kokulu iri mestlerin tekmeleri altında duramaz, mutlak kaçarlardı. Muskayı boynuma astılar. Taşı dilimin altına koydular. Bir kâğıda sarılı otu elime verdiler. Oh Tanrı’ma şükürler olsun, inşallah iyileşirim diye ben gidiyordum. Kalfa ‘Hanım, bu aldığınız şeylerin adağını unuttunuz.’ dedi. Bir hesap pusulası çıkardı. Sekiz kuruş otuz para muska, beş kuruş on para taş, üç otuz para ot…”

      “Aaa Selanik Bonmarşesi mi bu ayol? Otuz parası ne oluyor?”

      “Bilmem kardeş, bilmem. Tamam on yedi kuruş otuz para etmiş. Evden çıkarken on kuruş kadar bozuk param vardı. İnsanlık hâli bu, uzun boylu yol, belki para yetişmeyiverir diye küçüğün kumbarasındaki paraları da çıkarıp yanıma almıştım. Kesemi açtım. Hesapladım, kitapladım. Yetmiş para kadar eksik geliyor. Onun orası tekke… Pazarlık olmaz ki… Hem şimdi her yerde fiyat kesin. Neyse, üst tarafını Safiye’den aldım da ekledim. Kapıdan çıkarken kalfa ‘Hanım, bu aldığın şeylerin şifasını üzerinde denedikten sonra yine gel.’ dedi. Eski hastalığımda Doktor Moronaki’den reçete aldığım zaman o da bana böyle demişti. Caddeyi bulup da tramvaya kadar yürüyecek hâlim kalmamıştı. Çiğnendim mi yoksa kıyma makinesine mi girip çıkmıştım bilmiyordum. Vücudum rendelenmiş turpa döndü. Hay Allah razı olsun, Safiye koltuğuma girdi. Söylemesi kötülük, ben tekkeye gitmezden önce daha sağlamdım. Neyse güç hâlle eve kapağı attık.”

      “Sana da iyilik yaramaz Hasnâ Hanım. Okumuş adamların ağırlığı duyulmaz ki… Tekkelerde kundaktaki küçük çocukları çiğnetirler. Yavrucaklar vık bile demezler.”

      “Bilmem, benim günahım çok zahir de onun için ağırlık duydum. Bu kalfa gibisi kundağı çiğnerse çocuk yalnız çiğnenirken değil, artık bir daha hiç bağıramaz sanırım. Benden önce kalfaya başka bir kadın çiğnendi. ‘Hanım nasıl oluyor?’ diye sordum. ‘Mübarek adam pek cüsseli ama üzerimde kuş gibi gezindi. Tanrı bilir hiçbir ağırlık duymadım.’ dedi. Yalan mı söyledi, doğru mu bilmem ki…”

      “Her vücut birbirine benzemez. O kadın çiğnenmeye idmanlı olmalı. Sen şimdi nasılsın, iyi misin?”

      “Bir iki gün kemiklerim ağrıdı. Büyüklüğüne bin kere kurban olayım, şimdi vücudum sağlamlaştı. Muska boynumda, meraklandıkça o ottan kaynatıp içiyorum. Taş da bazı cebimde, bazı ağzımda…”

      “Oh oh, Tanrı’m iyilik sağlık versin! Ya sabur çekiyor musun?”

      “İşte asıl onu anlatacağım. Çekiyorum ama kaç oldu bilmem ki?.. Kafam hesaba alışık değildir. Ben yedi bin sayıyı hiçbir araya getirebilir miyim?”

      “Tespihin yok mu?”

      “Var ama otuz üçlük, namaz tespihi…”

      “Beş yüzlük, binlik tespihler vardır.”

      “Varmış ama bende yok.”

      “Tekkeden getirt.”

      “Kira ile vermiyorlar hanım. Bizimkine söyledim. ‘Hadi karı oradan, binlik tespihlerle uğraşma. Zaten yarım aklın var, onu da kaçırır, büsbütün çıldırırsın.’ dedi.”

      “A o da doğru ya… Hafize Molla böyle tespihlerle bozdu ya. Beş yüzden başladı, beş bine, on bine çıkardı. Sonra aklı da zıvanadan çıktı.”

      “Ha bilirim, o kadın sahiden çıldırdı mı yoksa erdi mi pek iyi bilinemedi.

Скачать книгу