Toraman. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Toraman - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 7

Жанр:
Серия:
Издательство:
Toraman - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

Delikanlı oğlun bile o kadar süslenemiyor. Sense alık karı, evde, sokakta hamam anası gibi gezersin. Kocan da bebek değildir bilirim. Elli beşini geçkindir. Fakat seninle vücudunu yıpratmamış. Hiç gam, tasa tutmaz. Senin dırdırından bucak bucak kaçar. Evde durmaz, hemen kendini sokağa atar. Evde çoluğuna çocuğuna sade suya pırasa, ıspanak, semiz otu haşlaması yedirir. Kendi bir güzel lokantalarda kuzu kızartması, hindi dolmasıyla karnını doyurur. Kocan son zamanlarda komisyonculuktan öyle para kazandı, öyle para kazandı ki alyona döndü. Size on para göstermedi. Evinizde insan kıçının altına koyacak sağlam bir iskemle bulamaz. Hâlâ o kırk yıllık ot minderler… Soluk, basma makatlar…5 Hâlâ misafir odanızda o çarpık konsol, üstünde o kararmış hotozlu ayna, önünde hırdavatçılardan düşürülmüş Nuh Peygamber yılından kalma kırık lambalar… Senin el âlem içine çıkacak bir kat temiz elbisen, iyi bir çarşafın yoktur. Çoluğunun çocuğunun üstleri, başları dökülüyor. Mademki söz buraya geldi, hepsini anlatayım bari… Hani ya üç yıl öncesi İzmir’e ticarete gidiyorum diye kocan buradan kaybolmadı mı? İşte o zaman evlendi. Yirmi ikisinde bir karı aldı. Öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki bir içim su diyorlar. Fakat bozuk soydanmış… Müjdemi ver. Kocan boynuzları takınmış. Artık dal budak salıvermiş. Namuslu karısı Hasnâ Hanım’ın oturduğu evden içeri o çatal çutal deccal kafası artık sığmayacakmış… Kocanın haftada üç dört gece eve gelmediğinin sebebini niye merak etmedin? Bu Çingene çergisi, hakuran kafesi çarpık eve gelip de ne yapsın? Öteki evini öyle bir döşetip dayatmış, öyle cici bici eşya ile doldurmuş ki küçük Pazar Alman diyorlar.”

      Hasnâ Hanım beyninden aşağı saçılarak zehir kasırgası korkunçluğu ile her tarafını alazlayan bu sözlerin acı etkisi altında önce şaşalamış, sonra aklını başına toplamaya uğraşarak dikkatle dinlemeye başlamıştı. Müezzinin karısı Nuriye’nin fırından saçılır gibi savurduğu bu son sözler düşmanca olmakla beraber büsbütün de iftira gibilerden, asılsız şeyler değildi. Kocasının son zamanlarda yaşına hiç uymayan bir ölçüde süse, tuvalete şıklığa verdiği önem, İzmir yolculuğu, haftada üç dört gece evden kayboluşu, bunlar tamamıyla doğru şeylerdi.

      Hasnâ Hanım dolma tenceresinin yanından çekildi. Başını asma çardağının direğine dayadı. Yağlı elleriyle saçlarını düzelterek düşünüyordu. O dakikaya kadar kocasının üstüne böyle bir şey yormak aklına gelmemişti. Fakat şimdi komşusu Nuriye onu öyle bir iz üzerine koymuştu ki bu izin yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidişlerini kafasında dikkatle izleyerek, iki bilinmezden bir bilinene atlayarak yavaş yavaş ayağı suya eriyor, son zamanlarda kocasının hâlinde beliren tuhaflıkların karanlıkları yırtılıyor, bazı gerçekler gün gibi açık ortaya çıkıyordu.

      3

      Evlendikleri zaman Şuayip Efendi yirmi beş yaşında gürbüz bir delikanlı, Hasnâ Hanım güzel fakat delişmen bir kızdı. Evleneli şimdi otuz beş yıl olmuştu. Bu uzun karılık kocalık süresinde birbirini çok gücendirmişlerdi. Aile hayatları hemen devamlı bir hır gürle geçti. Hasnâ Hanım ilk çocuğu Sabire’yi dünyaya getirdikten sonra rahim boğulması hastalığına tutuldu. Kadınların deyimince henüz kırkı çıkmadan loğusayı döşeğinde yalnız bırakmışlar da al basmıştı. Kadının yaratılışı zaten delişmenken bu al baskınından sonra zırdeli oldu. Hekim, hoca, tedavisine çok uğraşıldı. Pek işe yaramadı. Ara sıra kendisine biraz sakinlik gelir. Fakat ay başlarında şiddetle nöbeti tutar. Yalnız kendi evini kasıp kavurmak değil, bütün mahalleyi altüst eder. Kapısının önünden gelip geçenlerle kavgaya tutuşur. Bu nöbet zamanlarında yüzü kasılır, bir tuhaf gerginlik alır. Kaşları çatılır. Gözleri büyür. Salyaları akar. Bir lakırtı tufanı, bir hâlinden yakınma saçmalaması başlar. Uyumaz, söylenir. Yemez, söylenir. Evladına, kocasına, bütün dünyaya düşman olur. Ve el âlemi de kendisine düşman görür. Diline dolamadığı, tenkit etmediği, hor görmediği, küçümsemediği şey bırakmaz. Tımarhanenin azılılara ayrılmış bir hücresinde zincire vurulacak kadar deli değil. Fakat akıllı da hiç değil. İnsanlar arasında hiçbir kadroya sokulması mümkün olmayan bu kadını nereye koyacağını, nasıl tutacağını bilemeyen Şuayip Efendi şaşırmıştı. Çünkü nöbet zamanları dışında, kadının yumuşak, iyi, sessiz işiyle gücüyle uğraşan kadın kadıncık hâlleri de olur. O zaman insan zavallıya acır. Bu sakin zamanlarında herkes için iyilikçidir. Bir ay, bazen daha fazla süren ve hemen uykusuz, besinsiz geçen azgınlığı sırasında çok arttığı sanılan bütün gücünü el âlemle dalaşmaya harcadığı için nöbetin sonunda yorgun düşer. Sanki bu düşkünlüğünü ödemek için tabiat ona büyük bir iştah verir. Yer, içer, uzun uzun uyur. Artık söylemez. En gerekli sözler için bile ağzını kıpırdatmaya üşenir. Dudakları buruşup birbirine yapışmış gibi durur. Yanında havadan sudan konuşan kadınlara “Herkesin dırdırı nenize gerek hanımlar? Soluğunuza yazık. Kendinize üzüntü arıyorsunuz. Zevkinize bakınız.” yollu öğütler verir. Nöbeti sırasında her kimin kalbini kırmışsa onlardan özürler, aflar diler. Hasnâ Hanım’ın yaratılışındaki bu iyiliği, bu yürek temizliğini, bu iyilikseverliği görenler, bilenler, nöbet zamanlarında saçmalamalarına aldırmamaya karar verirler. Fakat dayanmak kabil olmaz. Çünkü nöbeti tutunca bazen sadece deli gibi saçmalar savurmaz. Gayet düzgün konuştuğu da olur. Herkesin can alacak damarını bulur. En gizli kusur ve ayıplarını korkunç bir keskin görüşle görür. Adi zamanlarında iki sözü bir araya toplayıp söyleyemez bir kadın gibi dururken rahim hastalığı nöbetiyle kafasında ve sinirlerinde öyle bir uyanıklık meydana gelir ki okuryazar olmadığı hâlde, âdeta Nâbi’leşir, Fitnat’laşır. Sözlerini ok gibi işletecek bir ustalık gösterir. Öyle hazırcevap olur, öyle parlak cümleler kurar ki şaşmamak mümkün olmaz. Düşmanının zayıf noktası ne tarafındadır bilir. Herkesin kalbinde gizli tutmaya uğraştığı yaralarını zehirli dilinin ucuyla biz gibi deşer, kurcalar, kanatır. İşte o zaman en insaflı, en hoşgörü sahibi bir kimse bile gırtlağına atılarak bu kadını boğmak ister.

      Bazen yalanlar, iftiralar da atar ortaya. Fakat bunları yaraştıracak, gerçeğe benzer, kandırıcı şeylerle süsler. Hücumu hep insanın onuruna ve namusunadır. Mahalle halkından birinin namusu hakkında ortaya bir balgam attı mı o adam yedi mahkemeden temize çıksa, suçsuzluk kararı alsa yine de temizlenemez. Hücum sırasında sözlerini güçlendirmek için yüzünün çizgilerine, jestlerine verdiği sanatlı ifadeyi en ünlü artistler bile taklit edemez. Çünkü sanat yoluyla taklidine uğraşılanın bu aslı, modeli, tabiisidir.

      Hasnâ Hanım’ın sakinlik döneminde iki dudağı birbirine yapışıkmış gibi bir hâl alınca arkasından hastalık da yavaş yavaş ortaya çıkar. Önce esnemeler, sonra hafif bir çarpıntı, uykusuzluk başlar. Hastalığın gidişi başlangıçta adi bir yürüyüş gibidir. Sonra tırısa, daha sonra dörtnala kalkar. İşte o zaman etrafında tozu dumana katar. Yedi mahalleyi susta durdurur. İlk hastalık işaretleri belirdi mi ev halkını büyük bir korku ve telaştır alır. Sakinlik verici, yumuşatıcı, uyutucu ilaçlar verilir! Fakat bütün bunlar pek bir işe yaramaz. Hastalık süresini tamamlamadıkça kadını bırakmaz. Bazen iki üç ay sürdüğü de olur. Hasta, şiddetli yürek çarpıntısından, uykusuzluktan, boğazına yuvarlak bir şey tıkandığından yakınır durur.

      Bu isterinin adı mahallece merak illetidir. “Hasnâ Hanım’ın yine merakı tutmuş!” haberi mahalleye yayıldı mı herkesi bir korunma kaygısıdır alır. Yakın komşularda kapılar, pencereler kapanır. Sözler fısıltı derecesine iner. Çünkü komşuların birinden aldığı yahut birisi adına uydurduğu sözü dallandıra budaklandıra süsleyerek

Скачать книгу


<p>5</p>

Sedir