ARABA SEVDASI. Recaizade Mahmut Ekrem

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу ARABA SEVDASI - Recaizade Mahmut Ekrem страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
ARABA SEVDASI - Recaizade Mahmut Ekrem

Скачать книгу

gözlü, esmer yüzlü; fakat canlı canlı yürüyüşüne göre pek dinç; çok konuşmasına, şakayı çok sevmesine, sürekli gülmesine bakılırsa pek neşeli; yanlarından gelen geçenlere bir şey söyleyecekmiş gibi dikkatli dikkatli bakmasından da rahat olduğu, sanki Kalpakçılarbaşı’ndaki dükkânlardan çokça alışveriş etmiş olduğunu düşündüren bir hanımdı.

      Siyaha yakın koyu yeşil canfesten15 feracesine söz yoksa da bunun arka eteğini daima sağ eliyle tutup kaldırmasında pek de zarafet yoktu. Karamandoladan16 potinleri eski değilse de yürürken feracenin etekleri epey kalktığından o potinlerin üst tarafından pamuktan yapılmış beyaz çorapların görünüşü pek güzel gelmiyordu. Sol elindeki beyaz şemsiye, ipekli gibi parlıyorsa da büküm yerlerinin bir parçacık sararmış olması o kadar hoş görünmüyordu. Kalınca yaşmağı o yaşta bir hanım için pek uygunsa da bu yaşmağın çenesinden aşağıya doğru ara sıra düşmesi hiç de sevilir şey değildi. Bununla birlikte, bu iki hanımın birbirlerine eşlik etmesi, aşırılığa kaçmayı oldukça önleyerek güzel bir manzara ortaya çıkarıyordu. Sarışın hanım, meselâ bir sarı gül, diğeri ise o güle bağlanmış bir mazı17 dalıydı ya da sarışın hanım, çiçek açmış nazik bir fidan, yanındaki ise o fidanın düzgün olmayan bir gölgesiydi ya da sarışın hanım parlak bir güneş, öbürü ise o güneşin yanından ayrılmaz, o güneşi daha parlak göstermekle beraber kendisi de hoş görünen kara bir buluttu.

      9

      İki hanım ağır ağır gittiler, etrafı çevrilmiş lakın (gölün) yanında durdular. Oraya beş altı kadar çiçek, birkaç da arı toplanmış, havuzu seyrediyordu. Bihruz Bey de berikilerin arkaları sıra gitti, dört beş adım kadar uzakta, lakın (gölün) kenarında bastonuna dayandı, durdu.

      Havuz, bu çeşit durgun sularca eskilik, yaşlanmışlık belirtisi olan ve bazı zaman berraklıktan daha fazla hoşa giden yeşil rengi henüz kazanamamış ise de epeyce bulanmış, sararmış olduğundan üstü, kenar ve civarındaki ağaçlar ve bitkilerle seyretmeye gelenlerin şekline, görünüşüne, boyuna, posuna aynalık edebiliyordu. İçerisindeki kırmızı, beyaz, siyah renkte balıklar güneşten yaşam paylarını almak için ta suyun yüzüne kadar çıkmış ve su âlemi içinde sakin ve kendilerinden geçmişçesine etrafı seyretmeye dalmıştı. Havuzun, güneş ışıklarının yansımasıyla parıl parıl parlayan yüzeyi – içindeki bu balıklarla beraber – kötü renkte çiçekli bir ipek kumaş gibi görünüyordu.

      Sarışın hanımla yanındaki hanım, lakın (gölün) kenarına gidip de yüzünde kendi yansımalarını görünce sarışın hanımın söze başlamasıyla aralarında şöyle bir konuşma geçti:

      “Bak bak Çengi Hanım, yer aynası! Görüyor musun kendini?”

      “Yer aynası mı? O da nedir? Yer elması bilirim, ama yer aynası hiç işitmedimdi.”

      “Yaşmağını biraz sıyırır da bakarsan yer aynasının içinde iki tane yer elması da görürsün.”

      “Nesine bakayım. Bulanık bir su! O kırmızı şeyler de herhâlde Amasya elması olacak.”

      “Ay, Amasya’da elmas çıkar mıymış? Ben de bunu işitmedimdi.”

      “Elma ayol, elma! Elmas değil. Elmasın, pırlantanın İngiltere’de çıktığını bilmeyecek ne var? Sen de eğlence bulamadın da besbelli benimle eğleniyorsun.”

      Hanımların bu konuşmasını büyük bir dikkat ve önemle işitmek için olduğu yerde – alafranga bir tabirle – baştan ayağa kulak kesilen Bihruz Bey, “yer aynası” benzetmesi ve özellikle “yer aynası içinde yer elması görüneceği imasından dolayı kendi kendine: “Kel espri (ne zekâ)! Kel fines (ne incelik)!” diyerek sarışın hanımın zarafetine hayran olup dururken en sonra İngiltere sözünü işittiği gibi bunu, sadece kendisine ait olmak üzere fırlatılmış – pırlanta kadar kıymetli – ufak bir taş olarak düşünmek istedi. Bunda da aslında hakkı vardı; çünkü o toplulukta kendisinden başka İngiltere’den henüz gelmiş, bir mösyö gibi alafranga giyinmiş kimse yoktu. Böyle dünya kadar değerli bir iltifata erişmekten dolayı kendisini en birinci bahtiyarlardan saymaya kalkışan Bihruz Bey bu taşın, yani bu zarif hediyenin altında kalmayacak şekilde güzel bir karşılık hazırlamaya başladı.

      Bu sırada orada bulunan seyirciler de çekiliyorlardı. Beyefendi, bu güzel rastlantının verdiği izinden yararlanarak hanımlara hemen yaklaştı. Ceketinin bir iliğine sokulmuş olan beyaz jeraniumu (sardunyayı), yani kaba Türkçesi, sardalya çiçeğini yerinden çıkardı ve:

      “Kıymeti İngiltere’yi, Fransa’yı ve belki bütün Avrupa’yı satın alabilecek olan pırlantanıza böyle bir fane (solmuş) çiçekle karşılık vermek uygun değilse de kabul etmenizi ricaya cesaret etmekle kendimi mutlu sayarım. Öyle bir iltifatınız, admiratörünüzü (hayranınızı) ne derecelere kadar örö (mutlu) ettiğini tarif edemem,” diyerek çiçeği sarışın hanıma doğru uzattı.

      Sarışın hanım bu lâfları üzerine hiç almayarak güya, etrafı seyretmekle meşgul oluyordu. Nihayet yanındaki hanımın uyarı ve zorlamasıyla Bihruz Bey’e doğru döndü, “Teşekkür ederim,” dedi, çiçeği aldı, bir toplu iğneyle göğsünün bir tarafına iliştirdi. Ardından, yanındaki hanıma, “Acaba köşke girmeye izin var mıdır?” diyecek oldu. Öteden Bihruz Bey hemen söze karışarak, “Bahçenin her tarafını gezmeye herkesin druası (hakkı) vardır, zaten böyle rüstik (kırsal) yerlere sizin gibi huriler, periler yakışır,” dedi. Bunun üzerine sarışın hanım gülerek arkadaşına doğru eğildi, gizlice bir şey söyledi. Söylediği: “A! Bu benim adımı nereden öğrenmiş?” sözünden ibaretti.

      Bihruz Bey, sarışın hanıma derece derece yaklaşmak; onunla anlaşmak, tanışmak, konuşmak istiyor; oysaki birinci rastlantıda o kadar yakından kendisini Bihruz Bey’e göstermek – artık, bari ismiyle analım – Periveş Hanım’ın hesabına uymuyordu. Bundan dolayı, iki hanım köşkü gezmekten vazgeçerek aşağıya doğru yürüdüler. Beş-on adım sonra kalabalığın içine girdiler. Bihruz Bey de gölge gibi bunları takibe başladı.

      10

      Bihruz Bey, hem ağır ağır yürüyor hem de Periveş Hanım’ın yüzünün özelliklerini ve güzelliğini birer birer söyleyip tekrar ederek böyle yüzü melek, huyu melek, esprisi fevkalâde, edükasyonu (terbiyesi) mükemmel ve bu özelliklerle gayet nobls (asil) bir aileye ait oluşu şüphesiz olan bir hanımefendinin, Keşfi gibi bayağı, mal öleve (iyi terbiye almamış) bir adama iltifata tenezzül etmesinin mümkün olamayacağını düşündü ve biraz önce bu hanım hakkındaki kötü düşüncesinden dolayı ortaya çıkan üzüntüsünü şu aşağıdaki konuşmayla yatıştırmaya çalıştı.

      “Bu nasıl bote (güzellik)? Uzaktan güneş gibi görünüyor, gözleri kamaştırıyordu. Yakından ay gibi parlıyor da insanın baktıkça bakacağı geliyor! Ne kadar poetik (şairane) bir poem (şiir)! Ya o konversasyonun (konuşmasının)güzelliği! Miruar terestr. O glas parter. Tre bel komparezon pur ön pöti lâk. Se tre joli (yer aynası. Yere serilmiş ayna. Küçük göl için çok güzel bir benzetme çok güzel, çok hoş)! İngiltere

Скачать книгу


<p>15</p>

Canfes (Far.):İnce dokunmuş, parlak ve üzerinde desen bulunmayan ama açıklı koyulu iki renk gibi görünen ipekli kumaş

<p>16</p>

Karamandola (Yun.): Genellikle ayakkabı ve terlik yüzü yapılan, satene benzer, parlak ve sağlam bir kumaş

<p>17</p>

Mazı (Far.): servigillerden, düz gövdeli, dipten dallanan, yassı dallı, küçük pul biçiminde ve almaşık yapraklı, her mevsimde üzerinde yaprak bulunan, kerestesi yumuşak ve dayanıklı, süs olarak da dikilen bir orman ağacı