Slav masalları. Альберт Генри Вратислав
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Slav masalları - Альберт Генри Вратислав страница 12
Annesi kapının önünde merak içinde onu beklemekteydi. Betty’yi görünce ilk sözleri şu oldu: “Tanrı aşkına, kızım! Dün bana nasıl bir yumak getirdin öyle?”
“Ne oldu ki?” diye sordu Betty telaş içinde. “Dün sabah sen keçileri götürdükten sonra ben de ipi sarayım istedim. Saatlerce uğraştım ama yumak bir türlü bitmedi. Bir çile, iki çile derken, ip olduğu gibi duruyordu. ‘Bu kötü bir cinin işi mi?’ diye sordum kendi kendime. Bir de üstüne kirmendeki ipler kayboluverdi. Bu ne demek oluyor, söyle bakalım!”
Betty başına gelenleri bir bir anlattı.
“O gördüğün kız bir orman perisiydi!” diye haykırdı annesi. “Orman perileri öğlenden akşama dek dans eder dururlar. Neyse ki erkek değilsin. Yoksa o perinin elinden sağ kurtulamazdın. Nefesin tükenene dek seninle dans eder, belki de öldürene dek gıdıklardı. Ama orman perileri kızlara karşı merhametlidir. Hatta güzel hediyeler verirler onlara. Keşke bana anlatsaydın. Öfkeyle konuşmamış olsaydım şimdi bir oda dolusu ipimiz olacaktı.”
İşte o anda Betty’nin aklına sepet geldi. Belki o yaprakların altında bir hediye olabilirdi. Kirmeni ve eğrilmemiş keten ipi çıkarıp bir kez daha sepete baktı. “Anne, baksana!” diye bağırdı.
Annesi sepete bakınca neşeyle ellerini çırptı. Huş ağacı yaprakları altına dönüşmüştü!
“Bana burada değil eve gidince bak demişti ama sözünü dinlememiştim.”
“İyi ki bütün sepeti boşaltmamışsın,” dedi annesi.
Ertesi sabah Betty’nin iki avuç yaprak attığı yere giden annesi taze huş yapraklarından başka bir şey göremedi. Ancak Betty’nin eve getirdiği hazine yeter de artardı. Annesi altınlarla küçük bir arazi aldı. Ayrıca bir sürü büyükbaş hayvan aldılar. Betty’nin güzel elbiseleri vardı artık. Üstelik keçileri otlatmasına gerek kalmamıştı. Varlık içindeydi ve neşesi hep yerindeydi. Gelgelelim, hiçbir şey onu orman perisiyle yaptıkları dans kadar mutlu etmeyecekti. Bu yüzden sık sık huş ağacına gidiyor ve o güzel kızı görmeyi umuyordu ama bir daha onu göremedi.
George ile Keçi
Bir zamanlar bir Kral yaşardı. Kral’ın yüzü hiç gülmeyen bir kızı vardı. Her daim üzgündü. Bu yüzden Kral ülkedeki tüm delikanlılara haber salınmasını istedi. Her kim ki kızını güldürmeyi başarırsa, Kral’ın damadı olacaktı.
Bu ülkede bir de George adında bir çoban yaşıyordu. Babasına şöyle dedi: “Baba! Ben de gidip Prenses’i güldürmeye çalışacağım. Senden bir şey istemiyorum, keçiyi yanıma ver yeter.”
Babası, “Peki, git bakalım,” diye cevap verdi.
Keçinin öyle bir tabiatı vardı ki sahibinin dileği üzerine herkesi yanında alıkoyabilirdi. Böylece sözkonusu kişi keçiye yapışmış gibi yanından ayrılamazdı.
Delikanlı işte bu keçiyi alıp yola çıktı. Sonra bir ayağı omzunda olan bir adamla karşılaştı. George, “Neden bir ayağın omzunda?” diye sordu.
Adam, “Eğer ayağımı indirecek olursam yüz mil öteye zıplarım,” diye cevap verdi.
“Peki, nereye gidiyorsun?”
“İş arıyorum. Beni hizmetine alacak birini bulmak için yollara düştüm.”
“Bizimle gelsene öyleyse.”
Birlikte yola devam ettiler. Bu defa gözleri bağlı bir adam çıktı karşılarına. George sordu: “Neden gözlerin bağlı?”
Adam cevap verdi: “Eğer gözlerimdeki bağı açacak olursam yüz mil ötesini görebilirim.”
“Peki nereye gidiyorsun?”
“İş arıyorum. Sizinle gelebilir miyim?”
“Elbette.”
Biraz ilerlemişlerdi ki başka bir adamla tanıştılar. Kolunun altında bir şişe vardı. Şişenin ağzını kapak yerine başparmağıyla kapatmıştı.
“Şişeyi niçin parmağınla kapatıyorsun?”
"Parmağımı çekersem yüz mil öteye su fışkırtıp istediğim şeyi sırılsıklam edebilirim. Dilersen beni hizmetine al, belki işine yararım."
George, “Peki, sen de gel,” dedi.
Nihayet Kral’ın yaşadığı şehre geldiler. Keçi için gümüş bir kurdele aldıktan sonra dinlenmek için bir hana gittiler. Han sahibine önceden emir verilmişti. Gelenler ne dilerse yiyip içecek, parasını Kral ödeyecekti.
George ve arkadaşları keçiyi gümüş kurdeleyle bağlayıp hancıya emanet etti. Hancı hayvanı kızlarının yattığı odaya koydu. Bu adamın üç genç kızı vardı, henüz uyumamışlardı. Manka adındaki kız şöyle dedi: “Ah! Keşke benim de şöyle gümüş bir kurdelem olsa! O ipi keçiden çözeceğim.”
Ortanca kız Dodla, "Yapma sakın, sahibi anlar," dediyse de ablası onu dinlemedi.
Manka uzun süre geri dönmeyince en küçük kız Kate, “Git, çağır onu,” dedi kardeşine. Bunun üzerine Dodla gidip Manka’yı çağırdı. “Gel haydi, bırak şu ipi!”
Manka gibi o da keçinin yanından ayrılamıyordu. Ablaları bir türlü gelmeyince Kate “Gelin haydi, çözmeyin şu hayvanı,” diye seslendi. Sonra yanlarına gidip Dodla’nın sırtına hafifçe dokundu. Artık o da ablaları gibi keçinin yanından ayrılamıyordu!
Sabah olunca George hemen keçinin yanına gitti. Hayvanla birlikte ona yapışmış durumdaki üç kızı da aldı. Bu esnada hancı hâlâ uykudaydı. Şehrin içinden yürüdüler. Pencereden bakan hâkim şaşkınlık içinde sordu: “Amanın, hancının kızları değil mi bunlar? Ne oluyor orada?” Adam gidip en sondaki Kate’in elinden tuttu, onu diğerlerinden ayırma niyetindeydi ama akıbeti kızlarınkiyle aynı oldu. Sonra dar bir sokaktan ineklerini geçirmeye çalışan bir çoban göründü. Sürüsündeki boğa hızla koştu ve keçinin yanında sıkıştı kaldı. Böylece bu hayvan da George’un alayına katılmış oldu.
Nihayet sarayın önüne vardılar. Dışarı çıkan hizmetçiler gördükleri manzarayı hemen Kral’a anlattı. “Efendim, nice maskaralıklar gördük ama böylesine hiç şahit olmadık,” dediler. Hiç vakit kaybetmeden Prenses’i sarayın önündeki alana götürdüler. Kız gördüğü manzara karşısında öyle bir kahkaha kopardı ki gürültüsü sarayı sallamıştı.
Delikanlıya “Kimsin, neyin nesisin?” diye sordular.
“Adım George. Bir çobanın oğluyum,” dedi.
George, Kral’ın kızını doya doya güldürmeyi başarmıştı lakin soylu bir aileden gelmediği için onunla evlenemeyeceğini söylediler. Bunun için zorlu bir görevi daha yerine getirmesi gerekiyordu. “Ne yapmam gerek?” diye sordu genç adam. Saraydan yüz mil uzakta