Adanın Kızı Anne. Люси Мод Монтгомери
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Adanın Kızı Anne - Люси Мод Монтгомери страница 5
“Hadi bataklığın etrafından dolanalım ve Âşık Yolu’ndan dönelim eve. Yola çıktığın zamanki kadar keyifsiz misin hâlâ Anne?”
“Hayır. Aç bir ruha ilahî gıda gibi geldi o elmalar. Redmond’ı sevip muhteşem dört yıl geçirecekmişim gibi hissediyorum.”
“Peki, o dört yıl sonrasında ne olacak?”
“O zaman yoldaki bir başka dönemeç çıkacak karşıma.” diye cevapladı Anne neşeyle. “O dönemecin sonunda ne olacağına dair hiçbir fikrim yok. Olsun da istemiyorum. Bilmemek daha iyi.”
Ay ışığının solgun parlaklığının gizemli bir loşlukla hafifçe aydınlattığı durgun Âşık Yolu o gece çok güzel bir yerdi. Bu yoldan dostça bir sessizlikle aylak aylak yürüyerek geçtiler. İkisi de konuşmaya heveslenmedi.
“Eğer Gilbert her zaman bu akşamki gibi olsaydı her şey ne kadar da güzel ve basit olurdu.” diye düşündü Anne.
Gilbert, yanında yürüyen Anne’e baktı. Hafif elbisesi ve ince zarafetiyle beyaz bir süsen çiçeğine benzediğini düşündü.
“Acaba bir gün beni sevmesini sağlayabilecek miyim?” diye düşündü yüreğini sızlatan bir öz güvensizlikle.
BÖLÜM 3
MERHABA VE ELVEDA
Charlie Sloane, Gilbert Blythe ve Anne Shirley bir sonraki pazartesi sabahı Avonlea’den ayrıldılar. Anne, havanın güzel olmasını ümit ediyordu. Diana onu istasyona götürecekti ve uzun bir süre boyunca bir daha birlikte yola çıkmayacaklarından bu son seyahatlerinin keyifli olmasını istiyorlardı. Ne var ki Anne pazar gecesi yatağa gittiğinde Green Gables etrafında kükreyen doğu rüzgârının uğursuz kehaneti sabahleyin gerçekleşti. Uyandığında yağmur damlalarının penceresine düştüğünü gördü. Yağmur damlaları göletin gri yüzeyini gölgeliyor, su üzerinde iri halkalara sebep oluyorlardı. Tepeler ve deniz, sislerin arasında kaybolmuştu. Bütün dünya loş ve kasvetli görünüyordu. Neşesiz şafak vaktinde kıyafetlerini giydi Anne. Tekneye giden trene yetişebilmek için erkenden yola koyulması gerekiyordu. Gözlerinde biriken yaş tanelerine engel olmaya çalışsa da bu çabası boşunaydı. Çok sevdiği evinden ayrılıyordu ve içinden bir ses arada bir yapacağı tatil kaçamakları dışında buradan sonsuza dek ayrıldığını söylüyordu ona. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık. Tatil için dönmekle burada yaşamak aynı olmazdı. Buradaki her şey ne kadar da güzel ve sevimliydi öyle. Çocukluk zamanlarının mabedi olan küçük veranda odası, penceredeki yaşlı Kar Kraliçesi, çukurdaki dere, Orman Tanrıçası Baloncuğu, Lanetli Koru ve Âşık Yolu… Geçmiş zamanların eski hatıralarının tutulduğu çok değerli yerlerdi buralar. Başka bir yerde mutlu olması mümkün müydü acaba?
O sabah Green Gables’ta yapılan kahvaltı oldukça kederliydi. Davy, belki de hayatında ilk kez hiçbir şey yiyemeden lapasının üzerine utanmadan ağladı. Yemekten payına düşeni rahatça götüren Dora dışında kimsenin iştahı yok gibiydi. Çılgına dönmüş âşığının cesedi taşınırken “ekmek ve tereyağını” kesmeye devam edecek olan ebedî ve ihtiyatlı Charlotte gibi Dora da herhangi bir olaydan nadiren rahatsızlık duyan o talihli yaratıklardan biriydi. Saat sekizi gösterdiğinde bile Dora’nın sükûneti kolayca bozulmadı. Elbette Anne gideceği için üzülüyordu ama kızarmış ekmek ile haşlanmış yumurtanın keyfini çıkarmasına mâni olacak bir şey miydi bu? Kesinlikle değildi. Üstelik Davy’nin yiyemediği kendi payını da onun için yedi.
Diana tam zamanında at arabasıyla kapıda belirdi. Gül rengi yüzü yağmurluğunun üzerinde ışıl ışıl parlıyordu. Veda vakti gelmişti artık. Bayan Lynde, Anne’e içtenlikle sarılmak ve ne olursa olsun sağlığına dikkat etmesini tembih etmek için odasından çıktı. Gözleri kuru ve hissiz Marilla, Anne’in yanağına resmî bir öpücük kondurdu ve yerleşir yerleşmez haber beklediğini söyledi. Sıradan bir gözlemci Marilla’nın, Anne’in gidişine pek de aldırmadığı yorumunu yapabilirdi. Tabii bu gözlemci Marilla’nın gözlerine dikkatle bakmadıysa… Dora, Anne’i ciddiyetle öptü ve gözlerinden nazik iki ufak gözyaşı tanesi damlattı. Masadan kalktığından beri arka veranda merdiveninde ağlayan Davy ise veda etmeyi reddetti. Anne’in kendisine doğru yaklaştığını görünce ayağa kalkıp arka merdivenlere fırladı ve orada saklandığı giysi dolabından çıkmadı. Boğuk iniltileri Anne’in Green Gables’tan ayrılırken duyduğu son seslerdi.
Bright River istasyonuna kadar bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Carmody’e giden ara hat treni tekne treni ile birleşmediğinden bu istasyondan hareket etmeleri gerekiyordu. İstasyona vardıklarında Anne ve Gilbert perondaydı, trenin düdüğü çalmaya başlamıştı. Anne biletini alıp bavulunu teslim edecek zamanı güç bela bulmuştu. Diana’ya aceleyle veda ettikten sonra trene bindi. Diana ile birlikte Avonlea’ye gitmek isterdi. Ev hasretiyle yanıp tutuşacağını biliyordu. Kaybolan yazın ve yitip giden neşelerin arkasından bütün dünya ağlıyormuş gibi yağan kasvetli yağmur keşke sona erseydi… Gilbert’ın varlığı bile Anne’i teselli etmeye yetmedi. Çünkü Charlie Sloane da oradaydı ve Sloaneluk sadece güzel havalarda tolere edilebilir bir şeydi. Yağmurda ise kesinlikle dayanılmazdı.
Ne var ki tekne Charlottetown limanından demir aldığı sırada işler yoluna girmeye başladı. Yağmur dindi ve güneş bulutların arasındaki aralıklardan altın ışıltılarıyla parlamaya başladı. Gri denizleri bakır tonunda bir parlaklıkla cilalayan güneş, Ada’nın kızıl kıyılarına döşediği altın ışıltılarıyla havanın güzel olacağının haberini veriyordu. Ayrıca Charlie Sloane deniz tutmasından dolayı aşağı inmek zorunda kalmıştı. Böylece Anne ve Gilbert güvertede yalnız kalmışlardı.
“Sloaneları gemiye biner binmez deniz tutması beni çok mutlu ediyor.” diye düşündü Anne acımasızca. “Charlie Sloane yanımda durup da duygusal bir şekilde bakar gibi yaparken eski toprağıma son bir veda bakışıyla bakamayacağıma eminim.”
“İşte, yola çıktık.” dedi Gilbert hissizce.
“Evet, Byron’un hikâyesindeki ‘Childe Harold’ gibi hissediyorum. Tek fark benim seyre daldığım kıyılar ‘memleketimin kıyıları’ değil.” dedi Anne gri gözlerini canlılıkla kırparak. “Memleketim Nova Scotia sanırım. Ama bir insanın memleket kıyıları en sevdiği yerdir ve benim için de Prens Edward Adası memleket. Hep burada yaşamamış olmama inanamıyorum. Buraya gelmeden önceki on bir yıl bana kâbus gibi geliyor. Bu gemiyle yolculuk etmemin üzerinden yedi yıl geçmiş. Bayan Spencer’ın beni Hopetown’dan getirdiği akşam… Üzerimde o korkunç yün-keten elbise ile solmuş denizci şapkası varken görebiliyorum kendimi. Güverteleri ve kamaraları coşkun bir merakla kurcalıyordum. Güzel bir akşamdı. O kızıl ada kıyıları gün ışığında nasıl da parlıyordu öyle… Şimdi aynı boğazı tekrar geçiyorum. Umarım Redmond ve Kingsport’u severim Gilbert ama sevmeyeceğimden eminim.”
“Senin felsefene ne oldu Anne?”
“Devasa bir yalnızlık ve yuva hasreti dalgası ile birlikte derinlere battı. Üç yıl boyunca Redmond’a gitme arzusuyla yanıp tutuştum. Şimdi ise gidiyorum ve keşke gitmeseydim diyorum. Boş ver. Güzelce bir ağladıktan sonra tekrar neşeli ve felsefi olurum. Ağlamam lazım. Fakat önce kalacağım