Adanın Kızı Anne. Люси Мод Монтгомери
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Adanın Kızı Anne - Люси Мод Монтгомери страница 6
“Seni hemen pansiyonumuza götüreyim. Dışarıda bir araba hazır.”
“Burada olman büyük lütuf Prissy. Eğer olmasaydın şuracıkta bavulumun üzerine oturur hüngür hüngür ağlardım. Yabancıların ıssızlığında tanıdık bir yüz görmek ne kadar da güzel!”
“Şuradaki Gilbert Blythe mı? Geçen yıl ne kadar da büyümüş öyle! Ben Carmody’de öğretmenlik yaparken sadece bir okul çocuğuydu. Şu da tabii ki Charlie Sloane. Hiç değişmemiş ya da değişememiş. Muhtemelen doğduğunda da böyle görünüyordu, seksen yaşına geldiğinde de böyle görünecek. Buradan gidiyoruz canım. Yirmi dakikaya evde oluruz.”
“Ev!” diye inledi Anne. “Korkunç bir pansiyona ve pis bir arka avluya bakan daha korkunç bir koridordan bozma bir odaya gidiyoruz demek istedin galiba.”
“Korkunç bir pansiyon değil Anneciğim. Arabamız burada. Atla bakalım, sürücü bavulunu alır. Pansiyona gelince, türünün çok güzel bir örneğidir. Güzel bir gece uykusu karamsarlığını tozpembeliğe çevirince sen de bunu kabul edeceksin. St. John Caddesi’nde kocaman, eski usul gri bir taş bina. Redmond’a az yürüme mesafesinde. Bir zamanlar büyük insanların ‘ikametgâhıydı’. Şimdilerde ise moda St. John Caddesi’ni terk etmiş durumda ve caddedeki evler güzel günlerin sadece hayalini kuruyor. Binalar o kadar büyük ki içinde yaşayan insanlar içlerini doldurmak için pansiyonerler almak zorunda kalıyorlar. Bu ise ev sahibelerimizin bizi etkilemeye çalışmaları için yeterli bir sebep. Çok şahaneler Anne, ev sahibelerimizden bahsediyorum.”
“Kaç kişiler?”
“İki. Bayan Hannah Harvey ile Bayan Ada Harvey. Elli yıl kadar önce ikiz olarak dünyaya gelmişler.”
“İkizlerden kaçamıyorum galiba.” diye gülümsedi Anne. “Nereye gidersem gideyim karşıma çıkıyorlar.”
“Artık ikiz değiller canım. Otuz yaşına geldikten sonra bir daha asla ikiz olmamışlar. Bayan Hannah pek de zarif olmayan bir şekilde yaşlanmış. Bayan Ada ise daha az zarif hâlde otuzunda kalmış. Bayan Hannah’nın gülümsediğinden emin değilim. Henüz onu tebessüm ederken görmedim. Fakat Bayan Ada her zaman gülümsüyor ki bu daha kötü. Yine de iyi insanlar ve her sene iki pansiyoner alıyorlar. Çünkü tutumlu Bayan Hannah ‘odaları ziyan etmeye’ dayanamıyormuş. İhtiyaçları olduğundan ya da mecbur olduklarından değil ama. Bayan Ada’nın cumartesi gecesinden beri tam yedi kez belirttiği üzere. Odalarımıza gelince, daracık bir koridordan bozma oldukları doğru ve benimki arka avluya bakıyor. Senin odan ise cadde karşısındaki eski St. John Mezarlığı’na bakıyor.”
“Korkunç gibi geliyor.” diyerek ürperdi Anne. “Galiba avlu manzarasını tercih ederdim.”
“Hayır etmezdin. Bekle ve gör. Eski St. John Mezarlığı çok güzel bir yer. O kadar uzun süre mezarlık olarak kalmış ki artık mezarlığa benzemiyor ve Kingsport’un en güzel manzaralarından biri. Dün keyif egzersizi için oradaydım. Koca bir taş duvar ile sıra sıra devasa ağaçlarla çevrili. Tuhaf mezar taşlarının üzerine acayip şeyler yazılmış. Oraya ders çalışmaya gideceksin Anne, görürsün bak. Tabii ki artık ölüleri oraya gömmüyorlar. Ama birkaç yıl önce Kırım Savaşı’nda ölen Nova Scotia askerleri için güzel bir anıt dikmişler. Giriş kapılarının tam karşısında ve senin eskiden söylediğin gibi ‘hayal gücüne yer var’. İşte bavulun. Baksana çocuklar “iyi geceler” demeye geliyorlar. Charlie Sloane’un elini gerçekten sıkmak zorunda mıyım Anne? Elleri hep soğuk ve balıksı oluyor. Bizi arada bir ziyaret etmelerini istemeliyiz. Bayan Hannah bana ‘genç beyefendi ziyaretçileri’ haftada iki akşam, erken gitmeleri şartıyla kabul edebileceğimizi söyledi. Bayan Ada da tebessüm ederek güzel yastıklarına oturmamalarını rica etti. Bunu sağlayacağıma söz verdim. Ama zemin dışında nereye oturacaklar bilemiyorum çünkü her şeyde yastık var. Bayan Ada’nın Battenburg dantelinden yapılma ince işlemeli bir yastığı piyanonun üzerinde duruyor.”
Anne artık gülmeye başlamıştı. Priscilla’nın neşeli gevezeliği amacına ulaşmış, Anne’in keyfini yerine getirmişti ve o an için yuva hasreti kaybolmuştu. Nihayet küçük odasına çekilip de yalnız kaldığında bile tam olarak hissetmedi bu hasreti. Penceresine doğru yürüdü ve dışarı baktı. Aşağıdaki cadde loş ve sessizdi. Karşıda, eski St. John Mezarlığı’ndaki ağaçların üzerinde, anıtın üzerindeki koca aslan başının hemen arkasında parlıyordu ay. Anne, Green Gables’tan henüz o sabah ayrılmış olduğuna inanamadı. Bir günlük değişim ve seyahat uzun zaman geçmiş gibi bir his yaratıyordu.
“Aynı ay Green Gables’a da bakıyordur muhtemelen.” dedi düşünceli bir şekilde. “Ama bunu düşünmeyeceğim. Orada yuva hasreti uzanıyor. Güzelce ağlamayacağım bile. Bunu daha uygun bir zamana erteleyeceğim. Şimdi sakince ve akıllıca yatağıma gidip uyuyacağım.”
BÖLÜM 4
NİSAN’IN KADINI
Kingsport erken kolonyal dönemlere kulak veren tuhaf, eski bir kentti ve bu dönemin tarihî atmosferi ile kaplanmıştı. Gençlik kıyafetleri kuşanan zarif bir ihtiyar hanımefendi gibiydi. Yer yer modernlik filizlerine rastlansa da tuhaf kalıntılarla dolu ve geçmişin çok sayıda romantizmi ile hale misali çevrelenmiş kalbi değişmemişti. Kingsport’un, yaban arazilerine âdeta sınır karakolu olarak iş gördüğü eski zamanlarda Kızılderililer, göçmenlerin hayatını sıradanlıktan uzak tutuyorlardı. Sonralarda kenti dönüşümlü olarak işgal eden Britanyalılar ve Fransızlar arasında bir ihtilaf sebebi hâline geldi. Kent her bir işgal sonrasında birbiriyle savaşan bu iki milletin açtığı taze yaralarla damgalanıyordu.
Kent parkında her tarafını turistlerin imzaladığı bir Martello kulesi, uzak tepelerde parçalanmış bir Fransız kalesi ve çeşitli meydanlarda eski savaş topları vardı. Meraklıların araştırabileceği başka tarihî yerler de mevcuttu elbette; ancak hiçbiri, iki tarafında eski usul evlerin olduğu sessiz caddeler bulunan diğer iki tarafı ise yoğun ve hareketli geçiş yollarıyla çevrelenmiş, şehrin göbeğindeki eski St. John Mezarlığı kadar tuhaf ve keyifli değildi. Kingsport’un her bir vatandaşı Eski St. John Mezarlığı’nı gururla sahiplenmenin heyecanını hissederdi. Tevazuyu bir kenara bırakacak olurlarsa başının üzerinde eğri büğrü bir taş levha bulunan bir mezarda gömülü atalarından bahsederlerdi. Bazen mezarlığın üzerine düşmüş bulunan bu taşlarda ölen kişiye dair bütün temel bilgilerin yazıldığı olurdu. Bu eski mezar taşlarının çoğu, ince bir sanat ya da hünerle işlenmemişti. Büyük bir kısmı kahverengi ya da gri yerli taşların üzerine kabaca yontulmuş harflerden oluşuyordu ve sadece çok azında süsleme teşebbüsü görülmekteydi. Bazı taşlara çapraz kemikler ve kafatası yontulmuştu ve bu tasarıma sıklıkla bebek melek kafası eşlik ediyordu. Çoğu mezar taşı devrilmişti ve harabeye dönmüştü. Zamanın dişleri neredeyse tüm mezar taşlarının üzerindeki yazıları silinceye kadar kemirmişti. Diğerleri ise güçlükle okunabiliyordu. Sıra sıra karaağaçların hem çevrelediği hem de aralarına dağıldığı mezarlarda yakınlardaki trafiğin gürültüsünden hiç rahatsız olmadan ağaçların gölgelerinin altında rüzgârın ve yaprakların mırıldandığı şarkıları sonsuza kadar dinleyen rüyasız uyuyanların bulunduğu bu alan hem dopdoluydu hem de bir getto hâlini almıştı.
Anne, St. John Mezarlığı’na yapacağı çok sayıda geziden ilkini ertesi gün öğleden