Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan - Анонимный автор страница 8
“Vazgeç, Veli! Rakıyı bırak, adam bize bir haytarma oynasın, daha iyi.”
“Peki,” dedi kara bıyıklı, ve başını klarnetçiye çevirdi
“Bir ağır hava-haytarma çal bize!”
Klarnetçi klarnetini dudaklarına kaldırdı, ağır hava-haytarma ‘yı çalmaya başladı.” (Dağcı, 2011: 83).
“Senin yolunu kesmiş Alim gerçek Alim değildi, sahte Alim’di. Gerçek Alim bu akşam Büyükonlar’da Celal Bektaş’ın oğlunun düğününde haytarma oynar gönül yoldaşı Sara’yla. Senin atını ve paranı çalan Alim başka bir Alim; buralarda kulaksız Alim derler ona. Korkma, cezasını buldu… kimse senin yolunu kesmez, paranı almaz gayrı!” (Dağcı, 2011: 113).
Ayrıca Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları (Dağcı, 1996: 239) ile Yansılar 1’de (Dağcı, 1994: 316) de haytarmadan söz eden cümleler vardır.
Kırım’la birlikte Anadolu ve Balkanlar’da Kaytarma adıyla bilinen bu oyun, Kırım Türk-Tatar kimliğinin önemli bir ögesi olmuştur. Öyle ki Haytarma, ayrıca 2013 Ukrayna yapımı bir filmin de adı olmuştur. Filmde Ahmet Han Sultan’ın hayatı ve Kırım-Tatar halkının 18 Mayıs 1944 yılında Stalin tarafından sürgün edilmesi anlatılmıştır.
Arzı-Kız Efsanesi, Regina ve Arzu-Ursula
Kırım’ın özcü kimliğini işaret eden efsanelerden birisi Arzı-Kız efsanesidir. Aslında yaygın bir taş kesilme efsanesidir ve gerek Kırım gerekse Anadolu ve Balkan coğrafyalarında “davranış ve tutum” belirleyici işlevi olan bir efsanedir. Cengiz Dağcı, bu efsaneyi Karadeniz kıyısındaki somut bir “heykel”le zihinlere kazıyan sözlü kültürün depolayıcı arşivi gibi metni bilir, anlatır ve inandırmayı temin için gösterilen somut izden bahseder. Buraya kadar olan kısım, bir aktarma işlevidir. Ancak bununla kalmaz, Arzı-Kız’la Regina arasında bir bağ kurar, efsaneyi Regina’ya uyarlar. Yani efsane ondan depolanmış bir metin değil yaşayan bir pratiktir, uygulamadır, ruhtur, hatta gerçektir. Nitekim 24 Ekim 1945’te doğan kızına da Arzu-Ursula adını koyar (Dağcı, 1998: 189). Görüldüğü üzere Arzu Kız ile Regina’yı birleştiren, anılarla kolektif belleğin efsanesini birleştiren Cengiz Dağcı, aynı zamanda aktarımla birlikte sürdürülebilirlik ve ihya vazifesini de yerine getirir. Efsaneler sözlü bir ürün olarak nakledilirken aynı zamanda somut bir mekân veya ize bağlanarak hem akılda kalıcılıklarını ve gerçekliklerini pekiştirirler hem de toprağı kutsama işlevi üstlenirler. İşte Dağcı da bireysel bir “aşk” hikâyesini kolektif bellekteki bir aşk efsanesiyle yoğurarak kendisini yeniden tanımlamaktadır. Metin şöyledir:
“Ağır bir yürekle gidiyorum iş yerime.
Mektupsuz ve habersiz gerçek Regina hayali bir Regina’ya dönüşüyor usumda: bizim Simeiz’de (Yoksa Köreiz’de miydi? Fark etmez, iki yer birbirine yakın) bir Arzu Kız heykeli vardı. Efsane basit: Arzu (Kırımlılarda Arzı denir) denizin kıyısındaki çeşmeden güğümüyle su alırken, çeşmenin duvarı üstünden kendisini gözetleyen korsan Ali Baba tarafından yakalanır. Haydut Ali kızı gemisine alıp alıp İstanbul’a götürür ve Arzu’yu sultanın haremine satar. Uzun bir zaman geçer aradan. Arzu bir kız çocuk doğurur. Ama kendi kıyısını unutamaz bir türlü her gün köyünün hasretiyle yaşar haremde. Sonunda dayanamaz, küçük kızıyla birlikte haremin penceresinden denize atlar ve yüzerek fırtınalı Karadeniz’i geçer; ama Simeiz’in kıyısında denizden çıkacakken, kucağındaki yavrusuyla taş kesilir suların içinde.
Regina’yı, kucağında küçük Arzu’yla ve Kuzey Denizi’nin buzlu suları içinde yüze yüze Baltık’ın kıyısına çıktığını, ama özlemiş olduğu Polonya’nın toprağına ayak basmağa kalmadan, kucağındaki yavruyla kıyıdaki suların içinde taş kesilip kaldığını görüyorum.” (Dağcı, 1998: 229-230).
Destanlar ve Çora Batır
Elbette örnekler bununla sınırlı değil… Cengiz Dağcı, Çora Batır ve Alim Aydamak başta olmak üzere Kırım’da kolektif belleğin malzemesi olan bir çok efsaneyi hem aktarmış hem de güncellemiştir. O kendini çoğu zaman bir efsane kahramanıyla özdeşleştirmiş bir yazardır. “Yansılar’da da düşlerimin atına binmiş, Çora Batır heyecanıyla koşturuyordum atımı.” (Dağcı, 1998: 264). Ancak başka araştırmalarda bolca örnek olduğu için biz burada babasının şahsında geleneğe bakışın olumsuz bir örneğini sergilese de Dağcı’nın sonuç olarak söylediği satırlara dikkat çekmek istiyoruz:
“Babam (eminim ki farkında olmadan) yalnızca kendisine değil, kendi ulusuna da yakınlaşan korkunç tragediyanın türküsünü söylüyordu. Faciayı önleyebilecek durumda değildi; değildi, çünkü yaklaşan facia, uzun yılların çaresizlik birikiminin getirdiği bir facia idi. Yurdun tarihinden edindiği (hiç değilse ruhsal) bir güce dayanacak ve, o güçten kaynaklanan umutla ilerisini düşünecek durumda da değildi babam; dolayısıyla boyuna ben garibim’i söylüyordu soluğu altından kendi kendine. Yok, geçmişte ulusun (Çora Batır, Gazi Geray, Alım Aydamak gibi) kahramanlarından habersiz değildi; ulusunun tarihi özelliklere sahip olduğunun da farkındaydı: Ama bu bilincinin yetersizliği, belki yetersizliğinden ziyade sönüklüğü, hatta cansızlığı, içinde yaşadığı garib aleminin boğucu ağlarından kurtulup çıkmasına izin vermiyordu. Gerçekten de bir ulusun tarihini tarihçiler yazmazlar; ulusun ressamları, yazarları, bestekârları, mimarları yazarlar.” (Dağcı, 1998: 254)
SONUÇ
Oysa şimdilerde Kırım-Tatar kültürel kimliğinde ve kolektif belleğinde müşterek ögeler ayıklanmış gibi durmaktadır. Tepreş’i “derviza” yerine ikame ederek sadece “diaspora”da kutlanılan bir tören haline getirmek de, Hıdırellez gibi makro ölçekli bir müşterek kutlamayı hafızalardan silmek de doğru bir yaklaşım olmamalıdır. Cengiz Dağcı bunları hiçbir zaman ayırmamıştır. Daha somut bir ifadeyle kuşatıcı ve kapsayıcı bir kolektif bellekle yerel ve grup kimliğini aynı potada eriterek sürdürülebilir bir hayat ve kimlik sahibi olarak var olmanın yöntemini keşfetmiştir. Bu yüzden o “özel” bir kültürel miras taşıyıcısı ve aktarıcısıdır, ancak o bu mirası sadece aktarmakla kalmamış ihya edici, sürdürülebilir olma özelliğini öne çıkarıcı, işlevsel, paylaşılabilir ve yaşanılabilir bir “kültürel belleğe” katkıda bulunmuştur, evrensel düzeyde tanıtma gayreti içinde olmuştur. Onun belleğini güçlü kılan da ülkesinden ve halkından uzakta bir yaşam sürme mecburiyetinde kalışı olsa gerektir.
Roman türünü kullanmış olması çok yüksek bir seviyeyi ve sıçramayı işaret eder. Zira epik anlatılar düzeyini aşma noktasına ulaşamamış, kendisine biçilen dar ve özcü kültürü çağdaş form ve türlerle ifade etmesine izin verilmemiş bir “hanlık” veya “Çarlık-Sovyet özerk” yapısıdır Kırım… Kabile ve hanedan ruhu ancak “epik” metinlerle kendini verir. Çora Batır veya Edige gibi Kıpçak’la ilgisini kuran metinler böyledir. Ancak Âşık Ömer, Hıdırellez, Osmanlı etkisiyle oluşan “küresel” boyuttaki Türk kültürü Kırım’a bir engin düşünme ve algılama imkânı vermiştir. Bu da 300 yıl gibi bir süre içinde oluşmuş ve tarihi ve iç mücadele şartları ancak bu kadarına müsaade etmiştir. Ne yazık ki bu durumu içeriden besleyen zihniyet de mevcuttur.
Cengiz