Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan. Stanley Lane-Poole

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan - Stanley Lane-Poole страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan - Stanley Lane-Poole

Скачать книгу

Haçlı seferlerine yol açan siyasi altyapı ile daha yakından ilgili olan şey ise Suriye ve Mezopotamya’daki durumdu. Bu bölgelerin tamamı, Kürdistan dağlarından Lübnan’a, ırksal ve siyasi olarak Arabistan’la müttefikti. Geniş Arap kabileleri, erken dönemlerden itibaren isimlerinin coğrafi bölgelerde hâlen korunduğu Mezopotamya’nın bu verimli vadilerine yerleşmişti.

      Bedevi kabileleri, bugüne kadar yaptıkları gibi, her yıl, Arabistan’dan Fırat’ın çayırlık alanlarına, oradan oraya göçüp durdular ve geçmişte olduğu gibi günümüzde de artık pek çok kabile, Suriye’nin çeşitli bölgelerine kalıcı olarak yerleşmiş durumda. Halifeliğin çöküşü doğal olarak bazı Arap kabilelerinin kendi idare ettikleri bölgelerde Arap krallıkları kurulmasına yol açtı, buna bağlı olarak da onuncu ve on birinci yüzyıllarda Suriye’nin büyük bir kısmı ve Mezopotamya siyasi olarak ağırlık kazandı fakat on ikinci yüzyılda bütün bunlar değişti. Araplar mutat yerlerinde kaldılar ve şimdi de olduğu gibi Diyarbakır’ın yukarı vadilerine kadar ülkenin her tarafını mekân edindiler fakat artık hayvanlarını otlattıkları bu topraklara hükmetmiyorlardı. Bu bölgelerdeki Arap üstünlüğü sona ermiş ve Türklerin hâkimiyeti başlamıştı.

      On birinci yüzyıl süresince İran, Mezopotamya ve Suriye’ye akın eden Türkler, Amuderya’nın ötesindeki bozkırlardan gelen bir Türkmen başbuğu olan Selçuk’un torunlarının başı çektiği bir gruptu. Hızlı bir şekilde sefer üstüne sefer düzenleyerek önce İran’ın büyük kısmına yayıldılar; daha sonra diğer Türk boyları da orduları ile geldi ve böylece Batı Asya’nın tamamı, Afganistan sınırından Yunan İmparatorluğu’nun kıyısına, Mısır’a kadar aşama aşama Selçuklu egemenliği altında birleşti. İranlılar, Araplar ve Kürtler bu ezici fetih dalgasına hep birlikte boyun eğdiler. Egemenlikleri altına aldıkları topraklar çok geniş olmakla birlikte Selçuklular’ın istilasının önemi, büyük bir alana yayılmalarından çok daha derindir; ilerleyişleri Müslümanlık tarihinde İslami inanışı yeniden diriltmek suretiyle bir çağ açtı.

      “Kendilerini gösterdikleri sırada halifenin imparatorluğu ortadan kalkmıştı. Bir zamanlar Müslüman bir hükümdar altında birleşmiş bir dünya, şimdi hiçbiri Mısır’daki Fâtımîleri bile kurtarmayacak olan (çünkü ayrılıkçıydılar) ve bir imparatorluğu yönetecek kapasiteye sahip olmayan, dağılmış hanedanların oluşturduğu bir yığından ibaretti. Hizipçiliğin yaygınlaşması, dağılmış imparatorluğun çeşitli yönetim merkezlerindeki bölünmüşlüğü artırdı. Radikal bir tedavi gerekliydi ve bu da Türklerin istilasıyla gerçekleşti. Şehir hayatı ve dine karşı duyulan ilgisizlikle bozulmamış bu kaba göçebeler, İslamiyeti hoyrat ruhlarının tüm şevkiyle benimsediler. Ölmekte olan bir devleti kurtarıp ona yeniden hayat verdiler. İran, Mezopotamya, Suriye ve Asya Minör’e yaptıkları akınlarla ülkeyi harap edip orada bulunan tüm hanedanların kökünü kuruttular ve böylece Muhammed’in Asya’sını Afganistan’ın batı sınırından Akdeniz’e kadar tek hâkim altında bir kez daha birleştirdiler. Müslümanların tükenmekte olan heveslerini alevlendirdiler, yeniden içlerine sokulan Bizanslıları geri püskürttüler ve haçlıların mütemadi yenilgilerini borçlu oldukları fanatik Müslüman bir savaşçı nesli yetiştirdiler.”29

      Selçuklu imparatorlarının en asaletlisi Melik Şah, kafasındakileri çağa imzasını atarak gerçekleştirebilen birkaç hükümdardan biridir. Onun sarayına mensup olmak, fermanlarını elinde tutmak sadece bir onur ve ayrıcalık değil, aynı zamanda gerekli adap ve kuralların öğrenildiği bir fırsattı. Sultana hizmet sırasında insan ondan görerek öğreniyor, böylece çağının motifini ve vasfını yansıtan bu eşsiz şahsiyetin öncülüğünde standart bir ahlak oluşuyordu. Bir Arap tarihçinin aktardığına göre bir lider veya yönetici, halkın gözünde, sultanı takip ettiği ölçüde değer kazanıyordu; bu şekilde benimsenen standart, hükümdarın asla bayağı işler yapmayacağı fikrine önayak oluyordu. Adaleti sağlamak Melik Şah’ın ilk amacıydı; en büyük çabası insanlarının refahını artırmaktı. Yaptırdığı köprüler, kanallar, kervansaraylar, ticareti teşvik etmesinin ve hükmettiği bölgeler arasındaki iletişime verdiği önemin bir deliliydi. Yollar güvenliydi hatta denilir ki iki gezgin Merv’den Şam’a yanlarında bir muhafız olmadan gidebilirdi. Cömert, cesur, adil ve vicdanlı olan bu adam Müslüman hükümdar idealini gerçeğe dönüştürdü. Teşkil ettiği örnek her yerdeki takipçilerini derinden etkiledi. Karakteri ve devlet adamlığına söz söylenmeyen Melik Şah, prensiplerini ve başarılı düzenini daha da bilge bir adam olan bölgedeki en yüksek pozisyona sahip Nizamülmülk’e borçluydu. Nizamülmülk tarihin en büyük devlet adamları arasındadır. Müslüman methiye yazarları onun manevi erdemleri üzerinde epey kafa yormuş ve Kur’an’ı daha on iki yaşındayken nasıl ezbere okuduğunu iltifatla nakletmişlerdir ancak yeteneğinin esas tanığı, görevde bulunduğu yaklaşık otuz yılda imparatorluğun gösterdiği gelişim ve eriştiği refah düzeyiydi. Başarıların temelinde engin hukuk bilgisi, ayrıca öğrenmeye ve bilime olan desteği yatmaktadır. Bugün daha az tanınıyor olsa da “Rubaiyat”ından daha önemsiz olmayan Ömer Hayyam’ı astronomi araştırmaları yapmaya yönlendiren ve Bağdat’taki meşhur Nizamiye Medresesi’ni kuran odur. Melik Şah’ın buyruğu üzerine düzenlediği ve sultanın kanunu olarak kabul ettiği “Siyasetname”30 adlı eserinde, ilahi yasanın değişmez öğretisini somutlaştırarak hükümdarlık kavramının ideallerini ortaya koyan da yine odur. Elinde bulundurduğu egemenlik hiç şüphesiz Tanrı tarafından kutsanmıştı; yine de hükümdara emanet edilen işlerle ilgili olarak yaptıklarının hesabını en ince detayıyla Allah’a vermek sorumluluğu öğretide katı biçimde işlenmişti. Παντί δέ ώ έδοθη πολύ, πολύ ζητηθήσεται παρ’αυτοΰ. (“Kime çok verilirse ondan o kadar istenir.”) sözü kendisinden de ileri bir büyük “öğretmen”in olduğunun ayırdındaki vezirin ilkesiydi ve onun ideal mutlak hükümdarı mükemmellik hassasını üzerinde taşımalıydı. Bir hükümdarın karakterini eski bir Arap öyküsünden bir alıntıyla şöyle açıklıyordu: “Nefret, kıskançlık, gurur, öfke, ihtiras, açgözlülük, boş umutlar, kavgacılık, yalan, tamahkârlık, kötü niyetlilik, şiddet, kibir, fevrîlik, nankörlük ve ciddiyetsizlikleri bastırıp yalın, dengeli mizaçlı, nazik, merhametli, alçakgönüllü, cömert, güvenilir, sabırlı, müteşekkir ve merhametli, öğrenme sevgisiyle dolu adil bir insan olmalıdır.” Bir ciddi değerlendirme de kudretli bir ordudan ziyade hükümdara hizmetle ilgilidir. Ona göre, hükümdarın, adam kayırmadan ve haksız ödüllendirmelerden kaçınması, fazla şarap içmekten ve bir hükümdara yakışmayacak ciddiyetsiz hareketlerden uzak durması gerekirdi; oruç tutması, dua etmesi, sadaka vermesi ve diğer ibadetleri sıkı sıkıya yerine getirmesi yerinde olurdu. Her hâlükârda “orta yolu izlemek” gerekliydi çünkü İslam’ın peygamberi, farkına varmadan da olsa Aristo’dan alıntı yaparak hayırlı olanın “orta yol”u seçmek olduğunu söylemişti. Nizamülmülk’ün hükûmet sistemindeki en çarpıcı özellik, hükümdarın kullarına olan görevlerinin ve saray içindeki yozlaşma ve baskıları tespit etmek, cezalandırmak amacıyla yapılması önerilen ayrıntılı denetimlerin üzerinde ısrarla durmasıdır. Sultan iki haftada bir halkın huzuruna çıkacak, ne kadar aciz ve tanınmayan bir kişi de olsa herhangi bir kulu yanına gelip maruzatını anlatabilecek, adalet isteyebilecek ve sultan da onu şahsen, araya girmeden ve sabırla dinleyecek ve her vakayı hakkaniyetle çözüme kavuşturacaktı. Hükümdarın yanına serbestçe girilmesini sağlamak adına çeşitli önlemler de ileri sürülmüştü; İranlı bir hükümdarın örneği veriliyor, bir ovanın ortasında at sırtında halkın karşısına çıkması öneriliyordu; kapılar, engeller, bekleme odaları, geçitler, perdeler

Скачать книгу


<p>29</p>

S. Lane-Poole, Mohammedan Dynasties (Müslüman Hanedanlar), 149, 150

<p>30</p>

M. Schefer tarafından “Siasset Nameh” adıyla 1893’te, Paris’te yayımlanmıştır.