.
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу - страница 7
Tüm Müslüman âleminden bilge ve eğitimli kişilerin oluşturduğu geniş bir grup çeşitli görevlere getirildi. Nişabur’dan gelen müderrisler Şam’daki dinleyicileri mest etti. İranlı es-Sühreverdi gibi sufiler, İbn Asakir gibi Selahaddin’in de 1176 yılındaki cenazesine şahsen katıldığı gelenekçi âlimler bir araya geldi. Aynı yıl Kahire’ye, Endülüs’ün Xativa kentinden Doğu’da yeniden parlayan eğitim ateşinin sıcağına kapılıp sürüklenen bir yabancı geldi. Bu, Kur’an’daki “çeşitli dersler” üzerine 1173 mısralık bir şiir yazan ve bunu yalnızca “Tanrı’nın rızasını kazanmak” için yapan İbn Firro idi. Bu olağanüstü âlim, hafızasının dudak uçuklatacak kadar çok bilgiyle dolu olduğunu söyleyerek acizane bir itirafta bulundu! Ne var ki iş kalabalık dinleyici kitlesine ders anlatmaya gelince ağzından tek bir sözcük bile çıkmadı. Bu durumda Selahaddin döneminin başhâkimi ve Mısır’ın idarecisinin onu kendi evinde ağırlamasına ve hatta kendi özel kabrine defnetmesine şaşmamalı. Bu gibi filozoflar gaddar reislerin içlerinde yanan ateşi dingin akıllarıyla yatıştırdılar. O devrin büyük askerlerinin çoğu bu kültürlü insanların oluşturduğu topluluktan büyük zevk alırdı; öyle ki muzaffer Atabey için “bilek gücü şarkıcıların ahenkli müziğinden daha aziz” veya “güçlü bir düşmanla anlaşmaya çalışmak bir sevgiliyle gönül eylemekten daha büyük bir zevk” olsa da o bilge danışmanı el-Cevad’ın arkadaşlığını seviyordu.
Arkasından gelen Nureddin bu âlim topluluğuna canıgönülden bağlıydı, şairler ve edebiyatçılar etrafında toplanırdı. Selahaddin ise bilgili teologlarla tartışmaktan ve ağırbaşlı hukukçularla sohbet etmekten özellikle keyif alırdı. Aralarındaki en kana susamış bey bile yanında şairi ve tarihçisi olmadan yapamazdı. Daha sonraki yüzyıllarda aynı şey Mısır’ın Memluk sultanları arasında da baş gösterdi. Göründükleri kadar barbar ve vahşi oldukları, kan dökmeye ve hıyanete bu kadar eğilim gösterdikleri hâlde bu insanlar sanata da değer verdiler, edebiyatı teşvik ettiler ve Kahire’yi çarpıcı bir mimariyle güzelleştirdiler. Doğu’da, öyle görünüyor ki şiddet, beğeni ve kültürle iç içe varlığını sürdürdü. Tatlı şarkıcıların müziğiyle bunalım nöbetlerini bastıran da yalnızca Saul değildi.
Selçuklu egemenliğinin etkileri oldukça yaygın olduğu hâlde hanedanın ömrü pek kısa oldu. İran’a fatih unvanıyla girişlerinden elli yıldan az bir süre sonra, cesaretle planlayıp muhteşem biçimde korumayı başardıkları bu engin doku parçalara ayrıldı. Birbiri ardına ülkeyi yöneten 3 Selçuklu imparatoru uçsuz bucaksız topraklarını rekabet veya isyan korkusu olmaksızın kişisel hâkimiyetleri altında tutmayı başardılar ancak Melik Şah’ın 1092’deki ölümünün ardından oğulları arasında başlayan iç savaşla imparatorluk bölündü. Selçuklular Nişabur’da, İsfahan’da, Kirman’da egemenliklerini sürdürdüler; aynı şekilde Şam, Halep ve Anadolu’da da onlar vardı fakat bu muazzam yapının kaplamaları, iç ve dış baskılara fazla dayanamadı ve döküldü. Tahttan devrilmeleri feodal yapılarının hazırladığı kaçınılmaz bir sondu. Kendi kazdıkları kuyuya düştüler. Kendilerini savunmaları amacıyla getirttikleri köleler, şimdi onlara karşı bir saldırı içindeydi ve imparatorluklarını korumak üzere oluşturdukları tımar sistemi karşılarına en büyük tehlike olarak çıktı. Avrupa feodalizminin en zayıf yanı Selçuklu sistemi için de eşit ölçüde belirgin oldu. Köle, efendisine hizmet borçluydu ve vasal da kendi yöneticisine bağlılık göstermeliydi fakat hizmet ve sadakat hemen üst kademedeki kişiden öteye gitmiyordu. Eğer bir vasal şefi kendini beyine baş kaldıracak kadar güçlü hissediyorsa bu vasal şefinin hizmetkârları, alt kademedeki vasalları ve köleleri de onu izliyordu çünkü onların bu beye bir minnetleri yoktu. Bunun yanı sıra beyin boyunduruğunun kabul edildiğine dair bir tabiyet yemini gibi bir akit de yoktu ortada. Gerçi bu alt kademedeki vasalları asi bir beyden koparak tahtın diğer tarafına geçmekten alıkoyan şeyin sadakat duygusu olduğu görülüyordu. Hükümdarın gücü azaldıkça bu sadakat duygusu da işlerliğini yitirdi ve derebeyliğin büyük beyleri vasallarının da tam mutabakatıyla kendilerine ait krallıklar kurmaya muktedir oldular. İmparatorluk kendi içinde bölündüğünde bir zamanlar onun emrinde savaşan ve onun tarafından ödüllendirilen beyler şimdi bağımsız prensler hâlini almışlardı. İmparatorları için zaferler kazanan memlukler, şimdi bu imparatorların vârislerine efendi veya atabey olmuş, vekâleten üstlenilen görev şimdi egemenlik üzerinde tam hak iddia etmek ve saltanatı devralmakla yer değiştirmişti.
12. yüzyıl, Selçuklu İmparatorluğu’nun büyük kısmının memluklükten yükselen kralcıkların elindeki tımarların bağımsız devletler hâline geldiğine tanıklık etti.
İran’da ve Amuderya’nın öte yakasında bir şaki ve bir başkâhya güçlü hanedanlar kurdular ve bu kölelerin köleleri, beylerin beylerinden oluşan bir nesil efendilerinin topraklarının eteklerinde ufak çaplı beylikler kurdular. Bu yolla bir köle, efendisinin vârisinin hükümdarı oldu ve ölümü üzerine Şam’da kraliyet üzerinde güç elde etti. Musul’un uzun soluklu atabeylerinin kurucusu, Melik Şah’ın kölelerinden birinin oğlu olan Zengi, Artuklular ve Mezopotamya’daki diğer yerel hanedanlar böylelikle köklerini aynı kaynaktan alarak kendi kaderlerini belirledi. Ne var ki ne denli hor görülmüş bir kökenden gelseler de bu herhangi bir aşağılanmaya yol açmadı. Doğu’da bir köle genelde bir oğuldan yeğ tutulurdu, Melik Şah’ın kölesi olmak da özel bir saygınlık göstergesiydi. Selçuklu’nun köle vasalları Orta Çağ aristokrasisinin herhangi bir “piç”i kadar onurlu ve saygıdeğerdi. kendileri hükümdar olduklarında önceki efendilerinin yüksek geleneklerini içselleştirip sülalelerine aktardılar. Suriye ve Mezopotamya atabeyleri Melik Şah’ın veziri tarafından başlatılan medenileştirme çalışmalarını sürdürdü. Bu çalışmalar iç karışıklıklar nedeniyle yarıda kesildi; gelgelelim 12. yüzyılda temel engel haçlılar idi.
2. BÖLÜM
1. HAÇLI SEFERİ 1098
Melik Şah’ın 1092’de ölümünün hemen ardından oğulları arasında bir iç savaş patlak verdi. Bundan dört yıl sonra 1098’de Birinci Haçlı Seferi doğuya doğru ilerleyişine başladı, aynı yıl Urfa (Edessa) ve Antakya gibi büyük kentler ve birçok kale ele geçirildi. Hristiyanlar 1099’da Kudüs’ün hâkimiyetini yeniden kazandılar. Sonraki birkaç yılda Filistin’in büyük kısmıyla, Suriye kıyıları, Tartus, Akka, Trablusşam ve Sayda (1110) kentleri haçlıların eline geçti ve 1124’te Sur’u fetihleri güçlerini taçlandıran bir adım oldu. Bu hızlı zafer, kısmen kuzeylilerin fiziksel üstünlüklerine ve cesaretlerine bağlıydı ama daha büyük ölçüde düzenli bir direnişle karşılaşmamalarıyla da ilintiliydi. Nizamülmülk efendisinden önce öldüğü için imparatorun vârisleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltecek becerikli bir devlet adamı yoktu.
Selçuklu prensleri kardeşler arası mücadelelerle tahtı tahrip ededururken önemli vasallar
32
İbn Hallikân, iii, 295-299