Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan. Stanley Lane-Poole

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan - Stanley Lane-Poole страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan - Stanley Lane-Poole

Скачать книгу

tavır sergilesin. Vergiler asla yasaca belirlenen günden önce toplanmasın, aksi hâlde yoksul kimseler mallarını yarı fiyatına satar; mahvolur, savrulurlar.”

      Vergi toplayıcıların ve diğer memurların düzenli olarak denetimden geçirilmesi önerilmişti ve haksız davranana ağır cezalar verilmekteydi. “Casuslar…” diyor, “tacir, derviş vb. kılığına girerek sürekli ilden ile dolaşmalı ve duydukları şeyleri rapor etmelidir ki olan biten hiçbir şey gizli kalmasın.” Alınan diğer bir önlem de vergi toplayıcıların ve memurların her iki üç yılda bir yerlerinin değiştirilmesiydi; böylece onlar da bulundukları yere iyice yerleşemeyecek ve görevlerini kötüye kullanıp zorbalık edemeyecekti. Ayrıca, yüksek karakterli, kimsenin kendisinden şüphe etmediği ve ücretleri hazine tarafından karşılanacak müfettişler tüm imparatorluğu gözetim altında tutacaktı. Bu insanların “dürüstlüklerinin getirisi maaşlarının yüz katı olacaktır”. Kati ve düzenli bir ulak sistemi de bu müfettişler ve merkezî yönetim arasındaki iletişimi hızla sağlayacaktı.

      Son olarak, derebeylerinin insanlara iyi davranması da her yıl salıverilen esirlerin imparatorluk sarayına gönderilmesiyle garanti altına alınıyordu ki burada en az beş yüzü sürekli olarak tutuluyordu. Adil bir yönetim sağlamak ve teftişleri sık sık yapmak adına hükümler belirlemek, hükûmetin yabancıların eline verildiği askerî bir örgütlenmeye dayalı bir imparatorlukta çok gerekliydi. Selçuklular’ın gücü büyük ölçüde kiralanan veya satın alınan askerlerden oluşan bir orduya dayalıydı ve idari işlerde de saray halkından sayılan köleler kullanılıyordu. Söz konusu yüksek makamlar olunca özgür kişilere güvenilemezdi, en azından uzak illerde… İranlı veya Arap yerlilerin Türk hükümdarlarına sadakatle bağlı olmasını beklemezlerdi; bu şekilde Selçuklu beylerine duydukları kişisel bağlılıkla ilintili olarak saraya getirilen kölelere güvenmek daha emniyetliydi. Çoğunlukla Kıpçak veya Tatar kökenli bu beyaz köleler veya memlukler, sultanın korumalığını üstlenmiş, sarayın ve karargâhın önemli görevlerine gelmiş ve kişisel beceri ve görgüleri derecesinde adım adım özgürlüğe ve güce ulaşmışlardı. Bunlar, efendileri olan sultan adına idari görevlerde bulunup -askerî hizmette sultana bağlı kalmak koşuluyla- kendilerine bağışlanan kaleler, kentler ve hatta illerle ödüllendirilirdi. Bütün imparatorluk, Türkler arasında yaygın gibi görünen ve Selahaddin tarafından Selçuklular’dan devralınıp Mısır’a taşınan ve burada yüzyıllarca Memluk sultanları tarafından uygulanıp devam ettirilen bu derebeylik sistemi çerçevesinde örgütlenmişti. İran’ın büyük bir kısmı, Mezopotamya ve Suriye, askerî tımarlar hâlinde parsellenmişti ancak sultanın izniyle iptal edilebilir nitelikteki imtiyaznamelere dayanarak buradan vergi toplayıp bu vergiyle geçimini sürdüren Selçuklu reisleri -memluk korumalarından eski köleler- tarafından yönetilirdi; tek şart sultan emir verdiğinde bir askerî birlik tedarik etmekti.

      Derebeylik sisteminde daha üst görevlerdekiler, kendi tımarlarını, derebeylerine asker sağlamakla yükümlü olan astlarına kısım kısım dağıtırlardı; aynı bu astların da kademe kademe kendi altlarında çalışan hizmetkârlarından kendi egemenliklerini tanımalarını bekledikleri gibi. Askerî birlikleri bir araya toplamak için ilkel bir yöntem uygulandığını okuyoruz; karargâhtan karargâha veya köyden köye bir ok gönderiliyor, böylece taburların bir araya gelmesi istendiği anlaşılıyordu. Bir seferin sonunda bu birlikler serbest bırakılıp kışları geçirdikleri evlerine, bir dahaki baharda yeniden sancak altında buluşmak taahhüdüyle gönderiliyordu. Bu arada bir general sahada kalma ihtimali olan takipçilerinden, korumasıyla görevli olan askerlerden ve paralı askerlerinden memnun olmak durumundaydı. Görüleceği üzere Selahaddin bu âdeti her surette gözlemledi. Kendi topraklarında yaşarken vasallar yalnızca üretilenin yaklaşık onda birine denk gelen yasal vergiyi toplamaya yetkiliydiler, ayrıca insanlara baskı uygulamaktan ve bunların mallarını gasp etmekten kesinlikle menedilmişlerdi. “Toprak ve üstünde yaşayanlar sultanındır.” diye yazmıştı büyük vezir. “Derebeyleri ve idareciler yalnızca onları korumak amacıyla görevlendirilmiş muhafızlardır.” Şüphesiz, Selçuklu İmparatorluğu varlığını sürdürdüğü sürece her an her yerde olan casuslar da varlıklarını sürdürüp yozlaşmanın önüne geçtiler ancak böyle üstün bir hükûmetin olmadığı Nureddin ve Selahaddin’in teşkilatlı hükümranlığından önceki sorunlu dönemlerde “korunma”dan ziyade sefalet derebeylik zincirinin halkalarına eklenmiştir.

      Arkalarında hizmetkârları önde kendileri, her an kavgaya hazır tavırlarıyla öne çıkan beyler ve emîrler hakkında sürekli bir şeyler okuyoruz. Böylesi bir tarafın Mezopotamya’nın çetin düzlüklerinde düşman birlikleriyle karşılaşmasının sonucu olarak olağan bir çarpışma veya belki bir zafer elde etmekten ziyade sonrasında bir katliam ve yağmanın yaşanması daha muhtemeldi. Çobanın, çiftçinin ve tacirin, komşu reislerin cengaverce çarpışmalarının ortasında geçen hayatları pek sıkıcı ve daha az tehlikeli geçmiyor, Melik Şah ve bilge vezirinin eşitlikçi kuralları da sıklıkla bu zafer coşkusunun gölgesinde kalıyordu.

      Arap vakanüvis kaba gücün üzerinde durmaya eğilimliyse de barış içinde yaşayan halkın durumunu göz ardı etmezdi; burada belirtmek gerekir ki yüce efendisinin erdemlerine işaret ederken önceliği, üzerine basa basa kullarına karşı gösterdiği adalete ve nezakete verirdi. Musullu Akdoğan’a (Aksunkur) bilge ve halkını koruyan bir yönetici olmasından ötürü büyük hayranlık duyulurdu.31 Topraklarında mükemmel bir adalet egemendi; pazarlar ucuz, yollar tamamen güvenliydi ve düzen her yere hâkimdi. İlkesi, bir bölgede işlenen bir hatanın bölgenin kendisi tarafından telafi edilmesiydi; örneğin bir kervan çapulculuğa uğradıysa bu kervanın kaybını tüm çevre köyler hep birlikte karşılayacaktı, böylece tüm halk gezginlerin güvenliğini sağlamakta umumi inzibat görevi görecekti. Bu başarılı hükümdarın, sözünden hiç dönmediği kayıtlara geçirilmiş ki bu, haçlılar döneminin Hristiyan liderlerinden çok Müslüman liderler için söylenebilecek bir şeydi.

      Adil ve erdemli bir reis, doğal olarak hizmetkârlarında bir öykünme duygusu uyandırır; birçok durumda da bu gibi etkilenmelerin izlerini görmek hiç de zor değil. Büyük bir beyin bütün çabası, etrafında sağkolu olabilecek kadar güveneceği, arazisini geliştirecek ve politikasını bu arazilerin idaresinde uygulayacak hizmetkârlar ve daha alt kademedeki derebeylerden oluşan sadık bir grup oluşturmaya yönelikti. Ailesinin devamlılığı onların sadakatine bağlıydı. Bir bey öldükten sonra vasalları ve memlukleri vârislerinin yardımına koşar, ondan tımarın vekâletini alıp vâris ölen beyin yerine geçerken onu desteklerdi. Zayıf bir yöneticinin ne yazık ki böyle hararetli bir zamanda pek şansı olmazdı; bir hükümdar savaşta güçlü, barış zamanı sağlam olmalıydı. Zaman zaman bir emîrin vasallının isteklerini karşılamakta ve onların bağlılığını sürdürmekte başarısızlığa uğradığı da olurdu, bu durumda bu destekçiler hizmetlerini daha popüler bir efendiye sunmayı seçerdi.

      Askerî karakteri ve önderlerinden birçoğunun acımasızlığına rağmen Selçuklu medeniyetinin hiçbir özelliği eğitime ve bilgiye verilen yüksek önemin ötesine geçemez. Müslüman ülkelerde daha önceden de okullar olduğu hâlde on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Doğu’da Nizamülmülk’ün etkisiyle eğitimde yaşanan büyük gelişmelerin tek nedeni Selçuklu’nun hamiliğidir. Nizamülmülk tarafından kurulan Bağdat’taki Nizamiye Üniversitesi veya Medresesi İran, Suriye ve Mısır’ın tamamına yayılan öğrenme aşkının kalbi olmuş ve Kahire’deki Ezher Medresesi’nden gelen bilgelik akımıyla birleşmiştir. Selçuklu şehzadeleri arasında bir medrese kurmak; bir cami inşa etmek veya bir kenti “kâfir”lerin elinden kurtarmak kadar kutsal bir işti.

      Aynı

Скачать книгу


<p>31</p>

İbnü’l Esir, “Atabeyler”, 29,30.