Savaş ve Barış I. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış I. Cilt - Лев Толстой страница 35
“Son dinî töreni yapacaklar herhâlde?”
“Kendisine tam yedi defa son dinî tören yapılan birini tanıyorum!”
Hastanın odasından yaşlı gözlerle çıkan Ortanca Prenses, Doktor Lorrain’e yöneldi. Katerina’nın portresi altındaki masaya zarif bir tavırla dirseğini dayamış oturmaktaydı Lorrain. Prenses de onun yanına oturdu ve iş olsun diye, havalar hakkında bir soru yöneltti Doktor Lorrain’e.
Lorrain hemen karşılık verdi:
“Tres bcau, tres beau, Princesse. Et puis â Moscou on se croit â la campagne…”195
İçini çekti Prenses.
“N’estce pas!”196 demekle yetindi.
Kısa bir sessizlikten sonra sordu yeniden:
“Bu durumda su içebilir herhâlde? Sizce bir sakınca yoksa tabii…”
Lorrain düşündü.
“İlacını aldı değil mi? “
“Evet.”
Saatine baktı Doktor Lorrain. Sonra da “Bir bardak sıcak su alın…” dedi. “İçine de une pincée de cremor tartari197 ekleyin.”
Une pincée’nin miktarını ince parmaklarıyla göstermeyi de unutmamıştı ünlü Fransız hekim.
Biraz ötede bir Alman hekim, Garnizon Kumandanı’nın yaverlerinden biriyle sohbete dalmıştı:
“Tıp tarihi, üçüncü sekteyi atlatabilen adam kaydetmemiştir bugüne kadar!” diyordu.
Hastanın yanından biraz önce çıkmış olan yaver, “Yüzü kireç gibiydi!” dedi yavaşça.
Sonra da bir fısıltı hâlinde sordu:
“Peki ama bütün bu servet kime kalacak şimdi?”
Gülümsedi Alman hekim:
“Heveslisi çoktur, merak etmeyin, ortada kalmaz!”
Bütün gözler, gıcırdayan kapıya çevrilmişti birden. Ortanca Prenses, Lorrain’in söylediği ilacı hazırlamış; hastaya götürmekteydi.
Lorrain’e yaklaştı Alman hekim ve çok bozuk bir Fransızcayla sordu:
“Yarın sabahı bulur mu dersiniz?”
Lorrain dudaklarını kemirir gibi oldu bir süre, sonra parmağını kaldırıp “olamaz” anlamında salladı. Hastanın durumunu tartışma götürmez bir şekilde kavrayıp bildiği ve bunu da böyle açık seçik belirtebildiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Bu gururu da gizlemeye gerek görmediğini ortaya seren nazik bir gülümseyişle “Bu gece, bu iş biter!” diye fısıldadı.
Ve kalkıp uzaklaştı.
Aynı sıralarda Prens Vasili, Büyük Prenses’e ait odanın kapısını açıyordu. Oda loştu. İkonaların altında iki kandil yanıyordu sadece. Hoş bir tütsü ve çiçek kokusu kaplamıştı ortalığı…
Oda; boydan boya ufak tefek eşyalar, minik konsollar, küçük dolaplar ve çeşit çeşit masalarla doluydu. Üzerine kuş tüyü bir yatak konulmuş yüksek karyolanın beyaz örtüsü görülmekteydi.
Bir fino köpeği havlamaya başladı Prens içeri girince ve Büyük Prenses’in sesi duyuldu:
“Siz misiniz, mon cousin?”198
Bir yandan da hemen kalkmış ve her vakit, hatta o anda bile başına sımsıkı yapıştırılmış gibi insana şaşkınlık verecek derecede düz ve cilalı gözüken saçlarını düzeltmişti.
Sonra “Ne var?” diye sordu telaşla. “Kötü bir şey mi oldu yoksa? Birdenbire çok korktum!”
Gerçekten yorgun ve bıkkın bir hâldeydi Prens. Kendisini biraz önce Prenses’in oturduğu koltuğa bırakırken “Yeni bir şey yok, hayır…” dedi. “Durum hep aynı…”
Asıl söylemek istediği şeyin önemini belirtmek istercesine sustu bir an. Sonra kararlı bir sesle yeniden konuşmaya başladı:
“Buraya, seninle baş başa bir iş konuşmaya geldim, Katiş… Amma da sıcak bu oda! Neyse, otur şöyle yanıma da causons.”199
Prenses, yüzünde o hiç değişmeyen taş gibi katı ifadeyle, Prens’in karşısına oturup onu dinlemeye hazırlanmıştı.
Donuk bir sesle “Ben de acaba bir şey mi oldu diye düşünüyordum…” dedi. “Uyuyayım dedim ama bir türlü uyuyamadım, mon cousin…”
Prens Vasili, Prenses’in elini elinin içine almış ve her vakit yaptığı gibi aşağı doğru çekerken sormuştu:
“Evet canım, başkaca nasılsın?”
Bu “başkaca” sözcüğü, ikisinin de çok iyi anladığı ve ama hiçbirisinin belirtmek istemediği birçok anlama geliyordu.
Prenses, bedeninin bacaklarına oranla çok uzun ve dimdik olan üst kısmını hiç eğmeden bir parça patlak ve kül rengi gözlerinde en küçük bir heyecan duymadığını ortaya seren sakin bir ifadeyle, Prens’in gözlerinin içine bakıyordu şimdi… Başını salladı, sonra da hafif bir iç çekişle ikonalara çevirdi bakışlarını.
Aynı zamanda hem hüzün ve bağlılık hem yorgunluk hem de artık yakında rahata kavuşma umudunun belirtisi şeklinde yorumlanabilirdi bu davranış. Prens Vasili; bunu bir yorgunluk işareti şeklinde yorumladı ve bıkkın bıkkın “Sen, benim durumum daha mı rahat sanıyorsun?” dedi. “Je suis ereinte comme un cheval de poste.200 Ama yine de şimdi seninle konuşmamız gerekiyor Katiş. Hem de çok ciddi bir şekilde konuşmalıyız canım…”
Sustu Prens. Yanakları bir sağa bir sola doğru sinirli tiklerle gerilip çekilmekte; bu da yüzüne, salonlarda büründüğü görünüşün tam tersine, aksi ve sevimsiz bir ifade vermekteydi. Gözleri de her zamanki gibi değildi: Bir an şakacı ve muzip bir ışıltıyla parlıyor, bir an sonra ise çevreyi korkuyla süzmeye başlıyordu bu gözler.
Prenses, dizinin üzerindeki küçük köpeği kuru sıska elleriyle tutmuş; Prens Vasili’nin gözlerinin içine dikkatle bakıyordu. Ve iyice belliydi ki Prenses Katiş, odaya çöken sessizliği, ne olursa olsun -sabaha kadar susması gerekse dahi- bozmamaya kararlıydı.
Prens Vasili, “Dinleyiniz; benim sevgili Prensesim, benim sevgili yeğenim Katerina Semyonovna.” diye sürdürdü konuşmasını.
Bunları söylerken kendi kendisiyle şiddetli bir çatışma hâlinde bulunduğunun pekâlâ farkındaydı
195
“Çok güzel Prenses, çok güzel. Ve insan Moskova’ya gelince kendini kırda sanıyor…”
196
“Değil mi!”
197
“Bir tutam cremor tartari…”
198
“Kuzenim.”
199
“Konuşalım.”
200
“Bir posta beygiri kadar bitkinim.”