Üç Kalp. Джек Лондон
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Üç Kalp - Джек Лондон страница 10
“Bull’a çıkıp kaplumbağa avcılarını ana karaya kovalayacak bir fikrim var.” diye devam etti konuşmasına Henry. “Ama yine de ilk olarak ana kara ipucunu ele almak istiyorum. Sanırım sende de bir ipucu var, öyle değil mi?”
“Elbette.” dedi Francis başını sallayarak. “Ama öncelikle paylaşmama konusunda söylediklerimi geri almak istiyorum.”
“Sözleri söyle.” diye cesaretlendirdi onu diğeri.
Elleri birbirlerine doğru uzandı ve anlaştıklarını gösterir biçimde tokalaştılar.
“Morgan ve kesinlikle Morgan’la sınırlı.” diye kıkırdadı Francis.
“Varlıklar, tüm Karayip Denizi, İspanyol ana karası, Orta Amerika’nın çoğu, bir sandık dolusu tamamen eski güzel kıyafet ve zeminde bir sürü delik.” diyerek diğerinin mizahına katıldı Henry. “Sorumluluklar, yılan ısırması, hırsız Kızılderililer, sıtma, sarıhumma.”
“Ve tamamen yabancıları öpme alışkanlığı olan güzel kızlar ve hemen arkasından parlak gümüş tabancalarını sana doğrultan yabancılar.” diyerek araya girdi Francis. “Sana hepsini anlatmama izin ver. Dünden önceki gün, ana karaya çıktım. Sahile ulaştığımda, dünyanın en güzel kızı üzerime atladı ve beni ormanın içine sürükledi. Beni yiyeceğini ya da benimle evleneceğini düşündüm. Hangisi olduğunu tam olarak bilemiyordum. Ve ben daha tam olarak neler olduğunu öğrenemeden güzel kız ne yaptı dersin, bıyığıma gereksiz yere laf attı ve bir tabanca ile beni sandalıma kadar geri kovaladı. Bana defolup gitmemi, bir daha asla geri dönmememi ya da ona benzer bir şeyler söyledi.”
“Ana karanın neresinde oldu bu?” diye sordu Henry. Talihsiz macerayı anımsarken kıkırdayan Francis’in farkına varmadığı bir gerginlikle sormuştu bunu.
“Chiriqui Lagünü’nün diğer ucuna doğru.” diye yanıtladı Francis. “Solano ailesinin sahip olduğu topraklar olduğunu öğrendim ve yine öğrendiğim kadarıyla fazlasıyla ateşli bir aile. Ama daha sana her şeyi anlatmadım. Dinle. Önce beni bitki örtüsüne doğru sürükledi, sonra bıyığıma hakaret etti, sonra beni bir tabancayla sandala kadar kovaladı ve sonra onu neden öpmediğimi öğrenmek istedi. Bunu geri çevirebilir miydin?”
“Peki, yaptın mı?” diye sordu Henry, elini bilinçsizce yanında kenetleyerek.
“Garip bir diyardaki zavallı bir yabancı ne yapabilir ki? Kolları dolduracak kadar güzel bir kız.” Bir saniye sonra Francis ayağa fırlamıştı ve Henry’nin onu resmen ezen yumruğu çenesine inmişti.
“Ben… Ben özür dilerim.” diye mırıldandı Henry ve eski deniz sandığının yanına çökü. “Aptalın biriyim, biliyorum ama bunun için duramazsam asılırım…”
“İşte yine başlıyorsun.” diye küskünce sözünü kesti Francis. “Bu çılgın ülkede sen de herkes kadar çılgınsın. Bir an geliyor kırık kafamı bandajlıyorsun, başka anda aynı kafamı benden koparıp almaya çalışıyorsun. Bu, kızın beni öpmesiyle birlikte, namlusunun ucuna sokması kadar kötü.”
“Doğru, ateş et, hak ettim.” diye itirafta bulundu Henry kederli bir ifadeyle ama konuşmasına devam ederken sözleriyle ateş etmeye başlamıştı: “Seni şaşkına çeviren kişi Leoncia idi.”
“Leoncia ise ne olmuş? Mercedes? Ya da Dolores olsa ne olur? Bir adanın kötü şöhretli kum yığınının üzerinde karşılaştığı kirli kanvas pantolonlu bir kabadayı tarafından kafası kırılmadan, bir adam güzel bir kızı tabancanın namlusu ona çevrilmiş olsa bile öpemez mi?”
“O güzel kız, kirli kanvas pantolon içindeki kabadayı ile evlenmek üzere nişanlı…”
“Demek istediğin gerçekten de…” dedi diğeri heyecanla sözlerini tamamlayamadan.
“Sevgilisinin daha önce hiç görmediği bir hıyarı öptüğünün söylenmesi, bu özellikle de bir akraba için çok eğlenceli değil.” diye tamamladı Henry onun cümlesini.
“O zaman, beni sen diye yakaladı.” diye düşündü Francis, durumu gözden geçirerek. “Öfkeden kendini kaybettiğin için seni suçlayamam, yine de bunun iğrenç olduğunu kabul etmelisin. Dün kulaklarımı kesmek istememiş miydin sen?”
“Seninki de aynı derecede iğrenç ama Francis, evlat. Seni yere serdiğimde onları kesmem için ısrar etme şeklin. Ha! Ha!”
Her iki genç adam da içtenlikle birbirlerine güldü.
“Bu tamamen yaşlı Morgan’ın öfkesi.” dedi Henry. “O, her şeye rağmen acımasız, yaşlı bir küfürbazdı.”
“Evleneceğin Solanolardan daha acımasız olamaz. Ailenin çoğu sahil kıyısına gelmişti ve giderken hepsi beni tüfekleriyle vurmak istiyordu. Ve senin Leonciacığın küçük silahını babası olabileceğini tahmin ettiğim uzun sakallı, yaşlı bir adama doğrulttu, benim peşimi bırakmayacak olursa onu delik deşik edeceğini anlamasını sağladı.”
“Babasıydı, bahse girerim, yaşlı Enrico’nun ta kendisiydi.” diye bağırdı Henry. “Ve diğer çocuklar da kızın kardeşleriydi.”
“Şirin kertenkeleler!” diye patladı Francis, daha fazla kendini tutmayarak. “Söylesene, böyle huzurlu, güvercinlere benzeyen bir aileyle evlendiğinde hayatının önemsiz bir monotonluğa girebileceğini düşünmüyor musun?” Bir süreliğine sustu, aklına yeni bir fikir gelmişti. “Bu arada, Henry, herkes benim sen olduğumu düşündüğüne göre, neden bu denli ateşli biçimde seni öldürmek istiyorlardı? Yoksa müstakbel eşinin akrabalarını kızdıran huysuz Morgan öfkesinden bir şeyler mi vardı?”
Henry, sanki kendi kendisiyle tartışıyormuş gibi ona bir anlığına baktı ve sonra cevap verdi.
“Sana bunu söylemekten çekinmeyeceğim. Bu iğrenç bir karmaşa ve sanırım suç benim öfkemde. Amcasıyla tartışmıştım. Babasının en küçük erkek kardeşiyle…”
“Mıştım?” diye geçmiş zaman üzerine önemli bir vurgu yapmaya çalışarak sözünü kesti, Francis.
“Mıştım, dedim.” diye Henry başını salladı. “O, şimdi yok. Adı Alfaro Solano’ydu ve fazlasıyla sinirli bir adamdı. İspanyol fatihlerin soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı ve eşek arılarından bile daha fazla gururluydular. Odunluk ağaçlardan para kazanmış, sahilin daha aşağısında büyük bir tropikal bitki plantasyonu kurmuştu. Bir süre sonra onunla tartıştık. Şuradaki küçük kasabada oldu, San Antonio’da. Bir yanlış anlaşılma olmuş olabilir ancak ben yine de onun yanıldığını iddia ediyorum. Her zaman benimle takışmak için bir sebep arıyordu. Leoncia ile evlenmemi istemiyordu, anlıyor musun? Eh, işte aramızda hararetli bir şeyler geçti. Alfaro’nun haddinden fazla içtiği bir akşamdı. Bana hakaret etti. Bizi birbirimizden ayırmak ve silahlarımızı elimizden almak zorunda kaldılar, biz de ya ölüm ya yıkım diyerek birbirimize