Üç Kalp. Джек Лондон
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Üç Kalp - Джек Лондон страница 8
Francis büyük bir tiksinti ve küçümsemeyle otomatik silahını cebine attı, sırtını işe yaramaz vahşilere döndü ve onların yanından uzaklaştı. Toprağın antik huzursuzluğunu içinde barındıran büyük bir mercan kayasının yükseldiği yerden sahile indi. Calf kıyısında, dar kanalın hemen karşısında başka bir sandalın çekili olduğunu fark etti. Kendi tarafında fazlasıyla hasarlı olduğu ve açıkça sızdırdığı görünen basit bir kano duruyordu. Kanoyu suya doğru devirdiğinde, kaplumbağa avcılarının onu takip ettiğini ve zayıf yürekli denizci ortalıkta görünmese de Hindistan cevizi ağaçlarının kenarından ona baktıklarını fark etti.
Kanalda kürek çekmek an meselesiydi ama Calf sahiline ulaştığında, palmiye ağaçlarının arkasından ortaya çıkan uzun boylu, yalın ayak genç bir adam tarafından karşılandığında, otomatik tabancasını eline alarak bağırdı:
“Haydi! Defol! Lanet olası!”
“Ah siz tanrılar ve küçük balıklar!” diye sırıttı Francis yarı esprili, yarı ciddi bir ifadeyle. “Bir adam yüzüne doğrultulmuş bir silah olmadan buralarda hareket edemez. Ve herkes buradan hep defolun diyor.”
“Seni kimse davet etmedi.” diye karşılık verdi yabancı. “Rahatsız ediyorsun. Benim adamdan defol. Sana yarım dakika veriyorum.”
“Üzüldüm dostum.” dedi Francis, aynı zamanda göz ucuyla en yakın palmiye ağacının gövdesinin mesafesini ölçerek kendini doğru biçimde güvence altına almaya çalıştı. “Burada tanıştığım herkes çıldırmış, saygısız, varlığımdan kurtulmak için huysuzluk derecesinde endişeliler ve benim de kendimi böyle hissetmeme neden oluyorlar. Ayrıca, sadece bana burasının senin adan olduğunu söylemen, benim için bir kanıt değil.”
Siper almış olduğu palmiye gövdesinden adamın ona doğru yaptığı hızlı hamle, lafını bitirememesine neden olmuştu. Onun, gövdenin arkasından çıkışıyla, ağacın gövdesine saplanan bir merminin gelişi eş zamanlıydı.
“Şimdi, sadece bunun için!” diye bağırdı, diğer adamın durduğu ağacın gövdesine nişan alıp ateşleyerek. Sonraki beş dakika boyunca ağaç gövdelerini siper almış olan adamlar ya silahlarını ateşliyor ya da atışların sayısını hesaplamaya çalışıyorlardı. Francis sekizinci ve son atışı da yaptıktan sonra, yabancının sadece yedi atış yaptığından tatsız bir şekilde emindi. Güneş kaskının bir kısmını dikkatlice siperinden açığa çıkardı, elinde tuttu ve delikleri saydı.
“Hangi tip silah kullanıyorsun?” diye sordu büyük bir soğukkanlılıkla.
“Colt.” oldu verilen cevap.
Francis açıklığa çıkarak şöyle dedi: “O zaman hepsini sıktın. Saydım. Sekiz. Şimdi artık konuşabiliriz.”
Yabancı saklanmış olduğu siperinden çıktı ve Francis, üzerinde kirli kanvas bir pantolon, pamuklu bir atlet ve disk şeklinde bir fötr şapka olmasına rağmen onun mükemmel beden yapısına hayran kalmaktan kendini alamadı. Dahası, kendisinin bir kopyasına baktığını aklına getirmemiş olsa da sanki onu daha önceden tanıyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.
“Konuş!” dedi yabancı, alay eder gibi tabancasını yere atıp bir bıçak çekti. “Şimdi sadece senin kulaklarını keseceğiz, belki de kafa derini yüzeriz.”
“Vay canına! Ormanın bu kesimindeki ne tatlı ve nazik hayvanlarsınız siz öyle.” diye karşılık verdi Francis, öfkesi ve tiksintisi giderek artıyordu. Yola çıkmadan önce bir dükkândan almış olduğu ve ışıltıyla parlayan yepyeni avcı bıçağını çıkardı cebinden.
“Haydi güreşelim ve bu yirmi iki-otuzluk bıçağın maharetini görelim.”
“Ben, senin kulaklarını istiyorum.” oldu yabancının cevabı nazik bir biçimde, ona doğru yavaşça yaklaşırken.
“Eminim. Önce yere sermen lazım, yere seren adam diğerinin kulağını alır.”
“Kabul.” Kanvas pantolonlu genç adam, bıçağını kınına soktu.
“Bunu filme alacak hareketli bir kameranın olmaması ne kötü.” dedi Francis kendi bıçağını kınına sokarken. “Gerçekten çok acı verici. Kendimi kötü bir Kızılderili gibi hissediyorum. Dikkat et! Acelem var! Her hâlükârda ilk atak için!”
Eylem ve söz bir araya gelmiş, görkemli koşuşturma rezil bir şekilde sona ermişti. Çünkü görünüşe göre güçlü olan alacağı darbeye önceden hazırlanmış, vücutlar karşı karşıya geldiğinde çarpmanın ani etkisiyle sırtüstü düşen Francis’in üzerine diğeri ayağını yerleştirmişti, Francis sert bir hamleyle üzerine yüklenen ayağı iterek ileriye doğru bir takla atmayı başarmıştı.
Kumun üzerine şiddetli düşüşü, bir anlığına da olsa Francis’in nefesini kesmiş ancak sert hamlesiyle fırlatmayı başardığı adamın ağırlığı üzerinden kalktığından yeniden nefes alabilmişti. Suskun bir hâlde sırtüstü vaziyette kendini yere bıraktığında, üzerine eğilen adamın merakla ona baktığını fark etti.
“Neden bıyık bırakmaya gerek gördün ki?” diye mırıldandı yabancı.
“Devam et, kes onları!” diye patladı Francis ilk derin nefesi alıp vermeyi başararak. “Kulaklar senin ama bıyık benim. Anlaşmada o yoktu. Ayrıca, bu düşüş düpedüz Japon güreşiydi.”
“Her hâlükârda ilk atak için diyen sendin.” dedi diğeri gülerek. “Kulaklarına gelince, sana kalsın. Asla onları kesmeye niyetim yoktu zaten, şimdi bir de onlara yakından bakınca hiç hevesim kalmadı. Kalk ve buradan git. Seni azat ediyorum. Haydi! Ve bir daha buraya asla gizlice gelme! Git! Lanet olası!”
Bu zamana kadar duymuş olduğu tiksintinin üzerine, şimdi bir de yenilginin aşağılaması eklenmişti; Francis sahile, kanosuna doğru yürüdü.
Zafer kazanan, “Söylesene, küçük yabancı, kartını bırakmak ister misin?” diye seslendi arkasından.
“Ziyaretçi kartı ve boğaz kesme bir arada olamıyor.” diye bağırdı Francis omzunun üzerinden, kanosuna binip kürek çekmeye başladığı sırada. “Benim adım Morgan.”
Şaşkınlık ve olduğu yerde donup kalma oldu yabancının tepkisi, ağzını açıp bir şeyler söylemek istedi ama sonra fikrini değiştirip kendi kendine mırıldandı: “Aynı soydan bu kadar benzememize şaşmamalı.” Hâlâ tiksinti içinde olan Francis, Bull kıyısına geri döndü, kanosunun yanına oturdu, piposunu doldurup yaktı ve hüzünlü bir şekilde kendini sakinleştirmeye çalıştı. Çılgınlık, herkes delirmiş, aklından geçen tek düşünce buydu. Kimse mantıklı hareket etmiyor diyordu kendi kendine. “Yaşlı Regan’ın bu insanlarla ticaret yapmaya çalışmasını görmek isterdim. Onun kulaklarını alırlardı.”
Eğer o sırada kanvas pantolonlu, genç adamın kendisine olan benzerliğini fark edebilmiş olsaydı,