Cehennemlik. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 19

Жанр:
Серия:
Издательство:
Cehennemlik - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

o kadar yaraştırmıştı ki, delikanlının gözleri iki güzelliğin koptuğu gizli noktalara kadar bir renkte pembe somaki saflığı ile seyrine doyum olmayan letafetler saçan, bayıltıcı öpücükler isteyen bu açık göğüs üzerinde dolaşıp durdu. Zavallı çocuk alındı, sersemledi, bir şeyler oldu. Birkaç zamandır kaybetmiş olduğu gençliğinin bütün arzuları, hırsları, emelleri, delilikleri bir anda kalbinde parladı. O açık gül pembesi taze göğsün bir erkeğe nasıl doyulmaz zevkler vereceğini, kadın vücudunu tanımakta peydahladığı tecrübelerden anladı. Fakat bu bir anda olan tutkunluğunu sezdirmemek için kendini toplamaya uğraşarak hafif bir ses titremesi ile “Emin ol yenge, bugün düğünde en güzel, en şık, en latif kadın sen olacaksın.” dedi.

      Bu komplimana karşı Cazibe Hanım ufak bir teşekkür reveransı ile “Çapkın… Sen de böyle iki dirhem süslenmiş nereye gidiyorsun? Anneni öldürecek misin?” latifesinde bulundu.

      Bu sözlerin arkasından gelen sessizlik sırasında göz göze geldiler. Cazibe Hanım’ın göz bebeklerinde parıldayan koyu zümrüt gibi menevişlerden Muzaffer bir mana çıkarmaya uğraşırken, genç kadın elindeki incili yelpazeyi tehdit eder gibi karşısındakine birkaç defa salladıktan sonra nazik bir yürüyüşle uzun eteğini sürüyerek çekildi.

      Muzaffer’in kız kardeşi Mahmure, naz ve letafetinin yaprağını, hayatın feyzine her gün bir parça daha açan bir kadın goncası idi. Onun gül yanaklarında, yapraklar arasında olup gelişmeye çalışan, güneşin sıcak feyzi ile pek temasa gelmemiş, el ve nefes değmemiş, ilk tazeliğiyle parlak bir meyve turfandalığı vardı. Onun bu güzelliğinin inceliği, iştahla dikilecek bir gözden müteessir olacak sanılırdı; bakılmaya kıyılamayacak kadar güzel bir kız idi. Boyu annesinden uzun, yüzü anasının ufak tefek yüz eksiklikleri kudret eliyle dikkatli bir tashih görmüş benzeri idi. Bu kız serpildikçe, renklendikçe, kadınlık manası gözlerinde her gün parlak bir açıklık aldıkça anasını büyük bir telaş alıyordu. Çünkü yan yana geldikleri zaman gözlere sefa veren bu turfanda genç kızın gözleri çeken yüzü yanında Ferhunde Hanım’ın yapma bayatça güzelliği artık seçilir gibi oluyordu.

      Kız, “Anneciğim!” diye coşkun bir sevgi ile boynuna sarılmak istedikçe “anne” sözünden son derece gücenerek “Aman çekil densiz!..” diye tekdir edip bu okşanmalardan ürküyor, kızına bu “anne” sözünü dedirtmemek için çareler düşünüyordu. Onu, bu hakkı olan sözünden nasıl vazgeçirebilecekti? Sonunda, bir gün, dayanamadı, kızın bir sevgi coşkunluğu ile boynuna atılmak istediği bir anda onu iterek:

      “Mahmure, aygır kadar bir kız oldun. Yetişip beni geçtin. Ben mi seni doğurdum, sen mi beni doğurdun? Artık bundan bana şüphe gelmeye başladı. ‘Anne!’ diye üzerime saldırdıkça kendimi üç otuzunda zannediyorum. Senin gibi koca kızın ağzına anne sözü yakışmıyor. Pek genç iken çocuk doğurması ne bela imiş. Biz, ana kız değil iki kız kardeş gibi duruyoruz. Senin bana anne demeni duyanlar şaşkınlıktan gülüyorlar. Bundan sonra bana anne deme, istemem; ‘abla’ de. Bu daha iyi. İkimiz de gülünç olmaktan kurtuluruz.”

      Bu azarlamada ne korkunç bir bencillik ne kadar anormal bir emel gizli olduğunu pek fark edemeyen kızcağız donakaldı. Annesi mi onu doğurmuş yoksa o mu annesini? Bu şüphenin garipliğine şaştı. Kendisinin anasından doğmuş olduğu apaçık iken kim şüphe edebilirdi ki annesi böyle söylüyordu.

      Kendisi annesine ayıp getirecek yaradılışta bir kız mıydı ki anası onu doğurmuş olmaktan bu kadar pişman oluyor, utanmış görünüyordu? Zavallı kızcağızın kalbi sevmek arzusu ile öyle coşkun bir hâlde idi ki, bu ihtiyacını anasına olan aşırı sevgisiyle tatmin etmekten başka bir tesellisi yoktu.

      Mahmure, derin bir üzüntü ile boynunu eğdi, çekildi. Bu anlaşılmaz yasaktan pek kederlenmişti. Sebebi ne olursa olsun, annesinin bu garip emrine uymakla sevgisini kazanmak için kederli ve yalvaran bir bakışla dedi ki:

      “Ablacığım sizi kucaklamama müsaade ediniz de bu hangi adla olursa olsun benim için hep birdir.”

***

      Evde aile azası arasına girmiş bir delikanlı daha vardı: Şemsi Bey. Hasan Ferruh Efendi’nin oğlu olmadığı için bu adı verdiği bir Çerkez çocuğunu pek küçükten büyüterek oğulluk edinmiş ve kız kardeşinin oğlu Muzaffer ile birlikte okutarak eğitimine büyük dikkat etmişti. Niyeti, bu genci kendine damat etmekti. Ancak yirmi ikisinde olan Şemsi de okumasını tamamlamış, diploma almış, gireceği resmî hizmet henüz belli olmadığı için yalıda boş oturuyordu.

      Şemsi, ortadan uzunca boylu, zayıf değil fakat ince, solgun beyaz tenli, yaylarının sonlarına doğru latif bir ahenkle hançer ucu gibi çizilmiş incerek kumral kaşlı, ter bıyıklı, dikildiği yerlerde derin bir şairane araştırma ile duran durgun iri şahane gözleri ile pek çekici bir gençti. Geniş alnı üzerine bir yığın teşkil eden sık ve sert koyu lepiska saçları, manalı derin gözler ve hançer gibi kaşlar üstünde, bu yüze pek hoş bir vakarlı güzellik veriyordu. İki yan çene kemiği köşeleri biraz çekik ve enlice çizilmişti. Çene ucunun aşağı doğru dönen yuvarlak kısmına kadar uzanan çizgi gibi bir çukur sanki birtakım densizliklerin, inatların, ani coşmaların mahfazasıydı. Orta genişlikte ağzın bir sıraya küçük, beyaz düzgün dişlerini örten ince dudaklar o solgun yüz ile hiç uygun olmayacak surette ilkbahar güneşine karşı parıldayan kirazların yakut gibi gülüşlerini andırırdı. Bu güzellik düzenini bozan organlar bir çift kalkık Çerkez kulağıyla, ucuna doğru incelik ve uygunlukla genişleyen burun kanatlarının şehvetliliği gösterecek şekildeki hafif genişlikleri idi.

      Şemsi, incir çekirdeği doldurmaz küçük sebeplerden kendi için gücenme vesilesi arayan ve kızdığı zamanlar da sözünü pek sakınmayan çabuk parlar bir gençtir. O çok kere birden parlar ve söner. Bazen bu çabuk parlayışlarla hatırlar kırar, delice şiddetlere kalkışır, sonra pişman olur. Hiddetlenince kendini tutmaya karar verir, fakat sinirlerinin oynamasına dayanamayarak, bu kararlarına uyduğu hemen hemen hiç olmamıştır. Neye gücendiğini kimseye anlatmadan haftalarca düşünür.

      İyi bir tahsilden sonra fikirleri ile parlamaya başlayan çalışkanlara, zekilere karşı büyük bir sevgi ve saygı ile duygulanır. Onların meclislerinden, arkadaşlıklarından çok sevinir. Fakat kendinin tahsile pek o kadar merakı yoktur. Zoraki bir âdet olduğu için mektebe gitmiş gelmiş, birkaç imtihanda takla atarak zor zar öğrenimini tamamlayabilmişti.

      Futbol, bisiklet, av, nişancılık gibi sporlara heveskârdır. Vaktini bunlarla geçirmeye imkân olmadığı zamanlarda bezik, poker, tavla oyunlarına dalar. Yalıda Hasan Ferruh Efendi’nin gayet zengin bir kütüphanesi vardır. Bunun kapısını en ufak bir merak fikri ile o kadar vakittir ne Muzaffer açmıştır ne de Şemsi.

      Ahlak ve âdetçe iki genç arasında hemen hiçbir uyarlık yoktur. Muzaffer Sabri’nin kadın peşindeki dolaşmalarına Şemsi hiç katılmamıştır. Şemsi aşka dair duygularını kimseye açmamış, bu hususta pek utangaç ve âdeta gem almaz bir vahşidir. Günden güne renginin daha ziyade solduğuna bakılırsa tek başına ateşini söndürmek için gençler arasında, salgın hâldeki tehlikeli bir düşkünlükle vakit geçirdiği anlaşılır. Kadın deyince o korkar, kaçar. Şimdiye kadar lekesiz kalmış olan gençlik iffetine karşı, bundan büyük bir tehlike kokusu alır.

      Şemsi, spor yapmadığı zamanlarda yalının o ihtişamlı odalarını, o şairane ağaçlık yollarını, ormanlarını bırakarak o semtin en pis bir kahvesinde balıkçı, kayıkçı güruhundan kirli yağlı kimselerle

Скачать книгу