Kartal Pençesinde Bir Güzel. Hüseyin Yıldırım

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kartal Pençesinde Bir Güzel - Hüseyin Yıldırım страница 12

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kartal Pençesinde Bir Güzel - Hüseyin Yıldırım

Скачать книгу

uykuya dalan Pelen Avcı tüfek sesine sıçrayıp nefes nefese yerinden kalktı, alelacele çarıklarını çorapsız giyip dışarıya çıktı ve “Ne oluyor, söyleyin?” diye bağırdı. Bu sırada köpeklerin havlayarak saldırdığı tarafta eli tüfekli birinin koca bir kuşu kanatlarından tutup yerden kaldırdığını gördü. Nedense ihtiyarın üzerine kaynar su dökülmüş gibi oldu. Hemen arkasını dönüp evin yan tarafına baktı. Algır yoktu. İhtiyar sanki ayaklarını ateşe basmış gibi birden sıçrayıp eli tüfekli kişiye doğru koşarak gitti.

      O, Hesip Bey’in oğlu Gıpık’tı. Kulakları doğuştan yassı olduğu için köy ahalisi ona Gıpık diyordu. Onun asıl isminin ne olduğunu anasından babasından başka kimse bilmiyordu. Cimri Hesip malına mülküne güvenip Gıpık’ı on dört yaşını bile doldurmadan evlendirmişti. Artık evli barklı, çoluk çocuklu biri olsa da onun aklı fikri fındık kadar bile gelişmemişti. Köy içinde hâlâ onun en büyük uğraşı kavgadan bıkıp usanmış yaşlı köpekleri birbirine saldırtıp onlara sopayla vurmaktı. O da olmazsa çoluk çocuğu peşine takıp kuş tüfeğiyle serçe ve turgay vururdu. Az evvelki bozdoğan köyün üzerine geldiğinde aylak aylak iş güç bulamayıp kapı eşiğine iyice yayılmış, yanı başına topladığı tezekleri atarak, her neyse, bir şeyleri vurmaya çalışıyordu. Kendisine doğru peş peşe gelmekte olan iki kuşa gözleri iliştiğinde Gıpık derhâl içeri girdi ve tüfeğini alıp çıktı. Ömründe serçe ve turgaydan başka hiçbir av vurmayan “avcının” attığı mermi bu defa boş geçmedi…

      İri gövdesini iki büklüm edip sallana sallana giden ihtiyar Pelen, her zaman başının altından şer iş çıkan bu salyalı aptaldan oğlandan hayırlı iş çıkmayacağını bilmesine rağmen o an aklından geçen kötü düşüncelere inanmak istemiyordu. Fakat eli tüfekli bu çocuğa yaklaştıkça ihtiyarın omuzlarına basan yük ağırlaşıyordu. Gıpık, kendisine doğru yaklaşıp gelen beti benzi atmış avcıyı görünce, ona yaranmak isteyen bir köpek gibi sırıtmaya başladı. Ancak birdenbire kendisinin zengin bir adamın çocuğu olduğunu hatırlayıp avcıya saygısız saygısız konuştu:

      “Heyy, ben aslında bozdoğana nişan alıp atmıştım, lakin senin kuşun kendisi merminin önüne attı. Eceli yetmiş, beyim, tam da can evine denk gelmiş ya! Atış muhteşem!” deyip Algır’ın kursağını karıştırarak merminin isabet ettiği yeri Pelen Avcı’ya gösterdi. Gözü gibi bakıp kıymet verdiği evcil kuşundan, yegâne varlığından mahrum kalan ihtiyarın kalp damarları sanki yerinden kopartılıp kopartılıp atılmış gibi oldu. Boğazına kadar dolan öfkesini bastıramayıp hemen belindeki bıçağına sarıldı. Fakat kiminle aşık attığını hatırlayıp vazgeçti. Onun tüm öfkesi, nefreti gözlerinde alev topuna dönüp bir tokat olarak o ödleğin yüzünde patladı. Korkudan dili tutulan Gıpık geri geri çekilip titrek sesle “İmdat, yetişin!” diye feryat ederek bağırdı. O anda da taşa takılıp sırtüstü düştü. Sinirlenen Pelen Ağa onun elinden Algır’ın leşini çekip aldı ve bir oğlak, kuzu taşır gibi onu kucağına alıp geri döndü. Öfkeden dolayı kan çanağına dönen gözlerinin önünden Hesip Bey ile onun oğlunun iğrenç görüntüsü ta eve gelinceye dek gitmedi. Onlar, Pelen Ağa’nın eskiden beri bastırıp içinde tuttuğu intikam duygusunu körüklüyor, sönen ateşini alevlendiriyordu. İhtiyar yürüyerek gelirken derin derin nefes alıyor; sinirden dudaklarını ısırıp diş biliyor; başını iki yana sallayarak kendi kendine homurdanıyordu:

      “Ah, önceden bu alçağın pinti babasında kalan intikamıma hayıflanıp duruyordum. Gel, gör ki bu sümüklü de iyileşmeyen yarama tuz bastı. Ah, rezalet getiren haramzade! Niçin ben onun oracıkta karnını deşmedim ki? Kelle başına bir ölüm, değil mi? Hayır, ‘Kazana yaklaşırsan karası bulaşır.’ Ayrıca bir kuş yüzünden kan dökmek yakışık almaz. Boş ver, bu da fakir fukaranın Hesip Bey’den almak için yanıp tutuştuğu öçlerden biriymiş demek ki.”

      Pelen Avcı içinden konuşa konuşa gelip evden küreğini aldı ve köyün ilerisindeki tepeye doğru yöneldi. Tepenin altında bir çukur kazdı. Sanki kuşu dirilecekmiş gibi onun yüzüne baka baka sonunda onu usulca çukurun dibine yerleştirdi. Cesedin üzerine bir an kum atmaya gönlü el vermedi, uzun süre kulak kabartıp bekledi. Birden onu tekrar kucağına aldı ve geri döndü. Güya çukur canlanıp peşine düşecekmiş gibi ardına bakıyor, kuşku içinde hızlı hızlı yürüyüp gidiyordu:

      “Hayır, hayır, seni köpek gömer gibi gömemem, Algır’ım. Benim için senin en yakın akrabalarımdan farkın yok neticede.”

      İhtiyar, eve gelip içi eski püskü dolu çuvalı dökmeye başladı. Ancak yıpranmaya yüz tutmuş beyaz pamuk gömleğinden başka işe yarar bir şey bulamadı. Kuşu gömleğine sarıp kefen diker gibi gömleğin her yerini teyelledi. Yine her neyse bir şeylerle oyalandı. Yürekten alıştığı dostundan ayrılası gelmiyordu. “Kefenden” başı çıkan kartalın açık olan gözleri de ona sitemli bakışlarla “Bunca hizmetimden sonra şimdi beni çukura atıp dönüverecek misin?” diye yakınır gibiydi. O gözler ihtiyarı, güneş dağın ardına aşıncaya dek durdurdu.

      Alacakaranlık çökmeye başlayınca avcı, tepenin dibinde dizleri üzerine çöktü. Kuşu ile son defa vedalaşıp onun açık olan gözlerini iki defa sıvazladı ve kocaman beyaz “bohçasını” titreyen ellerinden çukura bıraktı.

II

      “Garibin varı yoğu, canı.” dedikleri gibi tek geçim kaynağı olan Algırını elim bir hadiseyle kaybetmesi fakir avcıya çok ağır geldi. Yıldızlı gecelerde, yıkık dökük yerlerinden Ülker yıldızının göründüğü dört direkli sıradan köhne evi, şimdi ona daha da dar gelmeye başladı. Yattı kalktı huzur bulamadı. Zaman zaman tatlı uykusundan sıçrayıp uyandığında birden gözüne, evcil kuşu kulübesinin etrafında dolaşıyormuş gibi görünürdü.

      Erken kalkmak avcının mizacıydı. Bu alışkanlık, ihtiyarı tan ağarmak üzereyken uyandırdı. Dağın seher vakitlerini neredeyse bir ömür boyu göre göre bugünlere gelmiş olsa da, bu defaki seher vakti ona daha bir farklı, daha bir hoş göründü. İşte, taşların arasında rahvan yürüyüşle seke seke giden keklikler tuhaf ve kaygılı bir ötüşle aralarında bir konuyu “istişare” ediyorlar. Her biri kendine has şakıyan çeşit çeşit küçük kuşlar orkestra kurmuş, ilginç nağmeler döktürüyordu. Güneşin ışıkları, âlemin bir ucundan diğer ucuna süngü misali uzanıyordu. Işıltılı süngü ucunun değdiği dağın etekleri, rengârenk parlıyordu. İhtiyar, bu güzel manzaraya dalıp gitmişti. Seherin temiz havasını, tabiatın şirin sesli melodilerini âdeta tüm benliğine sindiriyordu.

      Kuşluk vakti oldu. İhtiyarın tahmin ettiği yerde iri kuş göze ilişmedi. İhtiyar, kartalı başka yerde aramaya karar verdi ve kuş yuvalarının bulunduğu kayanın eteğinden geçip batıya doğru ilerledi. Üç dört yamacı aştı. Dağın iniş çıkışı onu oldukça yordu. Ancak kuş sevdasına düşen ihtiyar ara sıra bile durup etrafına bakınmadı, mola verip dinlenmedi. Onun tüm dikkati başı dumanlı, yüzeyi dümdüz kayanın üzerindeydi. Her ne kadar gözlerini kısarak baksa da kat kat yükselen taşların arasında bir hareketlilik görmedi.

      O yine başka bir tepeye çıktı. Boz renkli taşların yüzeyine dikkatli dikkatli bakmaktan gözleri yoruldu. Hayal kırıklığına uğrayan ihtiyar, uzun süre başını öne eğip suratını astı. Sonra geri dönmek isteyip başını kaldırdığında gözüne uçup gelmekte olan küçücük bir karaltı göründü. Onun boyutu gittikçe büyüyordu. Sonunda, onun kayaya doğru gelen büyük bir kuş olduğu apaçık belli oldu.

Скачать книгу