Kartal Pençesinde Bir Güzel. Hüseyin Yıldırım

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kartal Pençesinde Bir Güzel - Hüseyin Yıldırım страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kartal Pençesinde Bir Güzel - Hüseyin Yıldırım

Скачать книгу

ilk avı bereketli geçti. Kurşungeçirmez kadar gür olan ormanla kaplı vadiden çıkıp yukarı doğru tırmanmaya başlamıştı ki sağ taraftaki yamacın üzerinde boynuzları kıvrım kıvrım yaban koçu göğüslerini kabartmış, vadinin yukarısından bakıyordu. Vadideki pınara su içmeye gelmiş olmalıydı. Ancak ansızın atılan mermi tam yanağına isabet etti. Bu dağdaki çeşit çeşit otların çiçekleriyle beslenen semiz koç, hava basılan top gibi yerden bir kulaç yukarı zıpladı ve sonra yuvarlanıp aşağıya düştü…

      Böylece Nuryağdı, çobanlığın eğri değneğini tüfekle değiştirdi. Avcılık onun mesleği olarak sürüp gitti. Avı bereketli olduğu zamanlarda ailesinin ihtiyacından artakalan ceylan etini buğdayla, unla değiş tokuş ederdi. Nadir bulunan etlerden canı çekip parasını ödeyen kişi çıkarsa vurduğu geyiği bütün olarak da satardı. Böylece, kışlık erzakını da temin ederdi.

      İşte, bugün de Pelen Avcı için o eski günlerden biriydi. Mağaranın önünde durup sağ elini gözlerine siper etti ve dağın eteklerine göz gezdirmeye başladı. Henüz yeni doğmuş olan parıltılı güneşin ışıkları altında, rengârenk örtüye bürünmüş yüksek dağın güzel manzarası onun gözünün önünden bir bir geçiyordu. Kıvrım kıvrım yamaçlar; elle dikilmiş gibi sıra sıra çam, meşe, incir, nar ağaçları; küme küme duran kara kütükler; dağın eteğinde koskoca mavi bir halı serilmiş misali görünen gür böğürtlenler; ucundan kopartılmış keteyi andıran kat kat kayalar, koca koca taşlar, kimi yerlerde ise çocukların sesiyle neşelenip çalmaya hazır “dutarlı” sarmaşık güller… Birden avcının gözüne, yeni emeklemeye başlamış yavrusunu peşine takmış otlamakta olan ceylan ilişti. Avcılık içgüdüsü onu hemen tüfeğine sarılmaya mecbur etti. Pelen Avcı bu iki ceylanı isabetli atış alanına sokmak için gizlice onlara doğru yöneldi. Sahibinin hünerine alışkın olan avcı kartal da özel bir işaret beklemeden onun yanında seke seke ilerledi.

      Yavrusunun çabalayarak küçük otların ucunu koparmasından haz alan anne ceylan bu esnada canına kıyılacağından habersizdi. Avcı iri ağır gövdesine dayanarak çok yavaş ilerliyordu. Taştan taşa atlayıp, bazı yerlerde de tırmanıp arayı kapatıyordu. Onun niyeti, ceylanın tam karşısında duran taşı kendisine siper edip atışını gerçekleştirmekti. O taşın ardına varıp nefesini ayarladı. Taşın dibinde sahibi ile aynı anda hazır konuma geçen kartal çoktan kendi avını göz hapsine almış çırpınıyordu. Onun gözlerinde “Annesini vur da yavrusunu bana bırak!” der gibi bir ifade belirdi. Avcı, kalpağını çıkardı; taşın üzerinden fark ettirmeden sakince ceylanı gözetledi. Ceylan serbestçe otlanmaktaydı. Yeşil çimenle minik karnını şişiren yavrusu keyifli keyifli zıplayıp kendi kendine oynuyordu. Bir bakmışsın zıplayıp annesinin yanına varıyordu, ona sürtünüyordu, ayağına dolaşıyordu; bir bakmışsın koşturup otların ucunu kokluyordu, başını kaldırıp bir yerlere bakıyordu. Sonra yine gelip annesine sokuluyordu. Annesi de güya yavrusunu bağrına basıp yüzünden, gözünden öper gibi ağzını yavrusunun yüzüne, boynuna sürüyordu. Bunu ölüm öncesi, annenin yavrusuyla vedalaşması diye düşünmek de mümkündü. Çünkü namlunun ucu çoktan bu zavallı hayvana doğrultulmuş, tüfeğin tetiği de işaret parmağının tek bir hareketine bırakılmıştı. Ancak tetiğe basılmadı. Avcı neyi bekliyordu? Niçin ateş etmiyordu? O tek bir mermiyle iki hayvanı da avlayabilirdi aslında. Ama tüfekten ses çıkmadı. Aksine, avcı tüfeğini geri çekip gövdesini birden yere bıraktı ve kalın köklü koca bir peline yaslanarak derin düşüncelere daldı. Yumruğunu yanağına dayayıp, anne ceylanın oğlağını sıcak şefkatiyle doyurup onun ruhunu okşamasını taşın kıyısından izliyordu. Taşın ardında görünen insan kafasını fark edince ceylan ürküp, kaçıp gidecek oldu. Fakat birdenbire avcı ile göz göze geldi ve büyülenmiş gibi şaşkın şaşkın donup kaldı. İki gözbebeği birbirinin içinde şimşek gibi çaktı, avcının tüyleri diken diken oldu, sonrasında da ter bastı. Alnını ayasıyla tutarak başını salladı. İçinden “Ey kurban olduğum Allah’ım, ne oluyor böyle acaba? Kaplan ile karşı karşıya geldiğimde bile böylesine aciz kalmamıştım? Yoksa insan yaşlandıkça yufka yürekli mi oluyor ki?” diye geçirdi. Birdenbire hançer saplanmış gibi yüreği sızladı. On iki yaşında kızamıktan ölen oğulcuğu gözlerinin önüne geldi. “Hayır, ben bunun vücuduna hançer saplamamalıyım. Bırakayım, yavrusuyla mutlu olsun. Baksın, büyütsün, yoldaş edinsin. Hem ceylan dediğin hayvan zarif, güzel, hoş bir canlıdır. Baksana, onun teninin yaldızla bezenmiş gibi parlayışına. Bugün benim elim silah tutabilecek değil.”. Talimatını sabırsızlıkla beklemekte olan kartalını yavaşça kucağına aldı ve başını, tüylerini okşayarak “Sen de, Algır’ım, beni affet. Ben senin ayağına gelen rızkını kesiyorum. Çoktan beri yoldaşım, cesur yarenim olduğundan sen benim tek bir işaretimi anlayabiliyorsun. Ama yüreğimin şu anki derdini konuşmadan sana nasıl anlatayım? Bunu sözle bile anlatmak mümkün değil. Ancak kartallar da kendi yavrularından ayrı düştüğünde sanırım keskin gözlerinin feri sönmüşe döner. Benim ise şahdamarım kesildi. Şimdi sen sahibine hiç gücenme.” dedi. İhtiyar, omzunda kartalıyla ardına baka baka, suspus olmuş hâlde kayadan indi; yola koyuldu. Onun ayakları kendiliğinden adım atıyordu, zihni ise bu dünyadan muradını alamadan göçüp giden oğulcuğu ile meşguldü. Oğlunun kısacık ömrünü tüm detaylarıyla gözlerinin önüne getirmeye çabalıyordu. Birdenbire küçük Meret ile ilgili bir anısı hatırına geldi, nedense gönlü huzur bulmuş gibi oldu. Sonra da o olayı bir bir zihninde canlandırdı.

      O, her defasında ava çıkmak için sabah erkenden kalktığında Meretçik de mutlaka uyanırdı ve babasıyla birlikte gitmek isterdi. Fakat Pelen Avcı her seferinde hoş sözlerle onun gönlünü alırdı. Ama bu defa onu kandırmadı. Oğluna çamlı dağları göstermek; onu yabani yetişen nar ve üzümle, incir ve erikle doyurmak; keklik ve bıldırcınla, eğer rast gelirse tilki ve çakalla da “tanıştırmak” Pelen Avcı’nın da aklında yok değildi. Bu yüzden de hanımı “Yumruk kadar çocuğu dağda bayırda gezdirmek şart mı?” diye çıkışsa da küçük Meret’in ayağına çarığını giydirip yanında götürmüştü. Sevincinden kuş olup uçan Meretçik yolda giderlerken kaplandan korktuğunu belli etti:

      “Baba, baba, kaplana rast gelirsek ne yaparız?”

      “Vururuz oğlum, vururuz.”

      “O bizi yemez mi?”

      “Yedirmeyiz, oğlum! Tüfeğimiz var nasılsa. İki avcı bir kaplana yenilirsek hoş olmaz neticede. Öyle değil mi?”

      Meretçik kendisinin de büyük adam yerine konulmasına sevindi fakat tam o esnada karşısında bir koca kaplan duruyormuş gibi korkup güçlükle “Evet ya!” dedi.

      Dağdaki “evine”, mağaraya, vardıktan sonra Pelen Avcı çok geçmeden üç dört kekliği vurup meşe odununun közünde kızarttı. Dağ kuşlarının taze etini iştahla yemekte olan Meretçik mutlulukla babasının yüzüne bakıyordu:

      “Bir sonraki sefer de beni alıp getirir misin, baba?”

      “Yardım edersen alıp getiririm, oğlum.”

      “Ben az evvel pınardan su getirdim ya… Tüfeğim olsa ben de keklik vurabilirim. Öyle değil mi, baba?”

      “Vurursun, oğlum. Ama şimdilik sen biraz büyü. O zaman sana kuş tüfeği de alırım…”

      O gün, Meretçik ile yemek yedikten sonra küçük avcıyı mağaranın girişinde bırakıp kendisi de bir önceki gün kurduğu

Скачать книгу