Kartal Pençesinde Bir Güzel. Hüseyin Yıldırım

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kartal Pençesinde Bir Güzel - Hüseyin Yıldırım страница 9

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kartal Pençesinde Bir Güzel - Hüseyin Yıldırım

Скачать книгу

Agöyli gibi yiğitler kara çadırda yatıp kalkmamalı!” dedi.

      Çağrı Bey başını eğdi.

      KAYADAN GÜÇLÜ

      Türkmen yurdunun güneyindeki, kimisi alçak kimisi yüksek kayalarla bezenmiş koca koca dağlarında kim bilir nice olaylar yaşanmıştır! Yazarların, şairlerin övgüsüne mazhar olmuş “âlemin güzelliği, dünyanın dayanağı, göğün direği” olan bu dağlar, bunca asrın çekişmeli günlerinin sağır ve dilsiz tanığıdır. Bu dağlarda insan için huzur da var korku da. Yolunu kaybetmiş susuz bir yolcu, dağın duru pınarlarından susuzluğunu gideriyor; bu dağların serin vadilerinde gölgeleniyor, türlü türlü meyveleriyle karnını doyuruyor. Bir başkası dağda bir yırtıcıya denk gelip ya da kayadan uçup helak oluyor. Yine bir diğeri ise sert kış günlerinde dağın hiçbir yerinde kendisine sığınacak bir barınak bulamayıp soğuğun acımasız pençesinde kurban oluyor… Eğer dağlarımız dile gelse belki de ömürlerinin her bir günü için bize ilginç ve eğlenceli ya da hüzünlü bir olayı anlatırdı. O zaman, belki de, biz aşağıda anlatacağımız bu hikâyeyi dağın kendi “ağzından” dinlerdik.

I

      Kırağı kaplanmış yüce başını gökyüzüne uzatan Hasar Dağı, karanlığın muhteşem kaftanını omuzlarından yeni sıyırmaya başlamıştı. Onun bağrını mesken tutan mahlûkat da tan ağarmaya başladığında uykudan uyanmış, her biri çoktan kendine has yiyeceklerden aramaya çıkmış, her zamanki işi gücüyle meşguldü. Dağın kaygan taşları arasından doğan pınarlar, seherin nurundan güç alırcasına dörtnala koşturuyordu. Bu pınarlar, suyun çarpıp parladığı küçük taşların kulağına bir şeyler fısıldıyormuş gibi şırıl şırıl çağıldıyordu. Yılın dört mevsiminde de yemyeşil kalan muhteşem çam ağaçları, dallarının her birini seherin şirin rüzgârında hışırdatıyordu.

      Yeryüzü aydınlandığında, kayanın eteğinde bir mağara karaltısı göründü. Oradan uzun boylu, iri yarı bir adam çıktı. Orta yaşı geçmiş; servi boyu cüsseli gövdesine yakışan; uzun yüzlü bu adamın sivri burnu, dolgun dudaklı kocaman ağzına doğru uzanıyordu. Gür sakalı, beyaz keten gömleğinin yakasından ve kollarından fışkıran tüyler onun kıllı bir adam olduğunu gösteriyordu. Mağaradan kanat çırparak çıkan koca kuş, adamın omzuna konup “Hadi, kahvaltımı versene!” der gibi sahibinin yüzüne gözlerini dikti. Sonra da ağzına uzatılan iki parça etin birini hemen yuttu ve diğerini de gagasıyla kavrayıp yere kondu. O adam ehlileşmiş kartalın yemeğini yemesiyle ilgilenmeyip kayalara göz gezdiriyordu. Sakince durup yavaş yavaş etrafına bakınmasından onun bu civarlarda birçok defa bulunduğu ve buraları kendine patika yaptığı anlaşılıyordu. Ancak onun derviş misali yersiz yurtsuz yaşayıp, bu mağarada yatıp kalkması nedendir acaba?…

      Bu adamı, dağla arası çok da uzak olmayan berideki kalabalık köyde büyükten küçüğe herkes tanırdı. Köyde onun bilinen ismi Pelen Avcı idi. Kaplan derisini sürükleyerek geldiği zamanlar da olmuştu. Böylesine maharetli bir kişi olduğundan Nuryağdı Bey’e halk Pelen Avcı diyordu. Yirmi otuz yıldan beri avcılık onun mesleğiydi. İhtiyar avcı, elinde tüfekle bu dağın çoğu yerini adım adım gezmişti. Bu mağara da onun bozkırdaki “eviydi”. Avlanamadığı zamanlarda bu “evinde” yatar kalkardı. Bugün mağaradan çıkmasının sebebi de buydu. Ancak onun bütün geçimini avcılığa dayandırmasının da uzun bir hikâyesi vardı…

      Yirmi beş yaşına kadar sekiz yıl boyunca Hesip Bey’in koyunlarının peşinde koşturmuştu. Bey, onca davar sürüsünün sayısını parmakla sayarcasına hesaplayabiliyordu; hatta yetim kuzuya kadar hepsi aklındaydı. Hesip ismi de bundan dolayı kalmıştı. Bunca zenginlik içinden bir tek hayvan bile ölse kendi canı gitmiş gibi üzülür, kızardı. Çobanın yedi sülalesini bırakmadan hakaret eder, her gördüğünün yanında yas tutar, çaresiz günlere düşmüşe dönerdi.

      Bir defasında, bu civarda daha evvel hiç görülüp işitilmedik bir tufan koptu. İlk önce kara bir yel geldi, sonrasında da şakırdayıp sağanak oldu; dereler dolup taştı, sel aktı; dağdan koca koca taşlar selle devrilip sürüklendi. O tufanlı günde beyin yoz koyunlarından on on beşi kaybolmuştu. Çoban günlerce aradı, kayıp koyunların üçü dışında diğerlerini buldu; ancak üç kısır şişek ortada yoktu. Çoban ne kadar bağrını parçalasa da onlardan iz bulamadı. Üç koyunu bulamadan köye gitse oraya varır varmaz köpek gibi kendisine saldırılacağını çok iyi biliyordu. Fakat her yeri arayıp bulamayınca başka çaresi kalmadı.

      Hesip Bey, çobanın korkusunu haklı çıkardı. “Üç hayvandan hiçbir iz yok, ağa!” sözlerini işitir işitmez, beyin fareninki kadar küçücük olan gözleri fal taşı gibi açılıp baykuşun gözlerine döndü; tıpkı karabasan çökmüş gibi dili tutuldu. Bir anda odun yutmuş gibi kaskatı kesildi. Sonra da öfkesini bastırıp başını salladı; bir şeyler diyecek oldu ancak yine dili dönmedi. Son nefesi boğazına gelmiş gibi aceleyle bir şeyler aradı. O an, eline ocağın başında küle bulanmış maşa ilişti. Bey tıpkı kudurmuş gibi maşayı sertçe çobana fırlattı. Maşa çobanın alnına isabet edip kapının önüne düştü. Çoban alnını tuttu, bir müddet gözünü açamadı. Başı dönüp gözü karardı. İçinden “Bu alçağın boğazına yapış da canını cehenneme gönder.” diye geçti. Ancak yine de aklını başına devşirip sakinleşti. Taş kesilmiş kurbağa misali veryansın eden bey ile aşık atamayacağını anladı. Ayrıca zamanda da hanımı ve oğlu küçük Meret gözünün önüne geldi. Bu insanlıktan çıkmış yaratık için hanımını ve tek çocuğunu sahipsiz, yetim bırakmaya gönlü el vermedi.

      O sırada “Korkan üste çıkar.” misali davranan Hesip Bey, çobanın alnındaki aşık kemiği kadar şişkinliği görüp tehditler savurdu:

      “Ah! Vücudunda o hayvanların her bir kılı için bir şişlik yapsam da içim soğumaz, haramzade!”

      Son söz çobana maşadan da sert dokundu. Hırsından dudaklarını ısırıp derin bir nefes aldı ve birilerinden yardım bekler gibi kapıya göz gezdirdi. Ama ağzından salyalar akıtarak yatan yaşlı köpekten başka hiçbir şey görmedi. Bir kez daha dolup taşan öfkesini bastırarak aklını başına devşirdi. Onun ağzından çıkan sözler alev olup yakıyordu:

      “Hesip Bey! Ben senin kendi bitini yiyecek kadar cimri olduğunu bilirdim. Ancak üç leş yüzünden böyle yüreğine kor düşeceğini tahmin etmezdim. Artık benim için senin şu kapıda yatan yaşlı köpekten zerre kadar farkın yok. Bu yüzden de sürülerini al da başına çal. Şu an seninle hesaplaşmaya gücüm yok. Ancak bir gün maşanın tadını sen de tadarsın inşallah. İnsafsız, o üç şişek yüzünden benim hakkım olan ücreti keseceğini de adım gibi biliyorum. Lakin ‘Çobanın hakkı, belanın okudur.’ er geç helalleşmek zorunda kalırsın.”

      Son sözlerini söylerken gözleri fal taşı gibi açılıp dişleri sıkıldı.

      Nuryağdı’nın bu çıkıp gidişi son oldu. Beyin koyunlarının peşinde çarık eskittiği son üç yılın hakkı olarak kazandığı dört zayıf koyunu da kapısına eski yamağı getirip bırakmıştı.

      Bundan sonra Nuryağdı geçim sıkıntısı çekip çok düşündü. Başka bir gözü dönmüş beye çoban dursa yine önceki gibi olacaktı. “Domuzun akı ne, karası ne! Al birini vur ötekine! Hepsi de aynı!”. Çiftçilik yapayım dese tarlası yoktu, olsa bile onu sürüp işlemeye araç gereç gerekti.

Скачать книгу