Eleştiri Yazıları. Sağat Aşimbayev

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eleştiri Yazıları - Sağat Aşimbayev страница 13

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eleştiri Yazıları - Sağat Aşimbayev

Скачать книгу

veya dört beş sayfa sonra işin sonunun ne olacağını bildirmek, günümüz yazarına itibar kazandırmaz. Öyleyse okuyucuyu düşündürüp kafa yormaya zorlamak, nesrimizin arayışlarının meyvesidir.

      Müsirepov’un iki hikâyesinden sonra bazı eserler yazıldığını söyledik. Ancak bunların çoğu bir kez okundu ve sonra unutulup gitti. Bunun sebebi, söylenmek istenen düşüncenin önemsizliği ve küçüklüğü, ana düşüncenin ve iletinin umumen insan hayatıyla, davranışıyla, karakteriyle ve yazgısıyla ilgisizliğidir. Umumen bu konuları yazmak yani kuşun, itin vesair hayvanların tabiatını egzotik ve salt biçimde anlatmak demek değildir.

      L. N. Tolstoy’un “Holstomer”i, Jack London’un “Beyaz Diş”i, A. P. Çehov’un “Kaştanka”sı, A. İ. Kuprin’in “Zümrüt”ü gibi klasik yazarların adı geçen temi işleyen eserleri, değişik insanların yazgılarını göz önüne getirmiyor mu? Bunları okurken insan tefekkür ediyor. Olay çevresinin sosyal durumunu tanıyor.

      Bizim için söz konusu temi işleyen hikâyeler ve hikâyetler ancak âdemoğluna özgü iş ve hareketleri simgeleştirip gösterdikleri ölçüde değerlidir. Yeri gelmişken edebiyatta farazilik denen ulamın da buna bağlı olarak doğduğunu belirtmekte fayda vardır. Burada en önemli nokta hikâyenin it, kuş hakkında olması değil, arka planda insan yazgısının söz konusu edilmesidir. Çünkü insanın her zaman ön planda bulunması şart değildir.

      Bu bağlamda Abiş Kekilbayev’in “Yarış Dorusu” hikâyesi ile Oralhan Bökeyev’in “Buğra” hikâyesi üzerinde düşünülmesi gereken eserlerdir. Yalnızca müellifleri başka olduğu için değil elbette, bunların her birindeki estetik çözümlemeler de farklı farklıdır. İki eser birbirine hiç benzemediği gibi birbirini tekrarlamıyor da. “Yarış Dorusu”nu okurken bir sanat adamının inişli çıkışlı, tozlu topraklı, karlı çamurlu hayat yolunun sayısız sahneleri akla geliyor ve vakitsiz esen soğuk yelden yüreğe acı bir sızı düşüyor. “Hayata birileri gelir, hayattan birileri gider. Kaç insan varsa o kadar hayat yolu vardır. Bunların içinde de böyle yazgılar olabilir.” deyip gayriihtiyari iç geçiriyor. Hayatın kuzeyi ile güneyinin gece ile gündüz gibi sürekli yer değiştirdiği, iyiliğin de bir gün kuma sinen su gibi yitip gittiği, kötülüğün de hiç beklenmedik anda aniden ortaya çıktığı akla geliyor. Bir zamanlar her yarışı uzak ara birinci bitiren Yarış Dorusu’nun şimdiki perişan vaziyeti ne kadar acıklıdır! Hayatta her daim önde yürümek mümkün değildir. “Yanılmayan yak,13 sürçmeyen toynak yok.” Yarış Dorusu da ne zamana kadar birinci olabilirdi ki? Evet, hepi topu bir kez geride kaldı ve bütün şöhreti ile itibarı kuş gibi uçup gitti. Her şey tersine döndü, herkes sırt çevirdi… Hikâyedeki felsefi çıkarım şudur: Bir kez artta kalmasına rağmen Yarış Dorusu’nun ileride yeniden öne geçmesi mümkün idi, lakin insanlar onu terk edip yapayalnız bıraktılar.

      … Hayatta her insanın yazgısının başkalarını tekrarlamayan kendine özgü bir ahengi vardır. Eğer bu ahenk küçük bir engelden dolayı azıcık bozuluverirse bir daha düzelmemesi mümkündür. Hayattaki karmakarışık felaket ve sıkıntıların başlangıcı da işte “düzelmeme” oluyor gibi. Hikâyedeki “Yarış Dorusu”nun yazgısı bu tür düşüncelere salıyor insanı.

      Abiş’in son hikâyeti “Çukur” ile “Yarış Dorusu” arasında fikrî benzerlik olduğu anlaşılıyor. Diğer bir deyişler bu hikâyet, “Yarış Dorusu”ndaki düşünceyi hem derinleştirmiş hem de başka yönden ortaya koymuştur. Hikâyette ilk bakışta kuyu kazmanın hikâyesi anlatılıyor gibi. Evet, gibi… Eğer böyle söyleyecek olursak müellifin söylemek istediği hiçbir şeyi anlamamışız demektir. Burada kuyu felsefi bir simge olarak alınmıştır. Abiş’in asıl anlatmak istediği ise sanat adamının yazgısı, gerçek kabiliyet sahibi kişinin insani karakteri ve duruşudur. Başka biçimde söyleyecek olursak kartal ile kerkenez, yüğrük ile beygir arasındaki iç çekişme, bunların farkını da anlatmaktadır. Zirvelere kartalın da yılanın da çıkması gibi sanatta da aynı şey söz konusudur. Abiş’in vermek istediği ana fikir budur. Rastgele bir anda ortaya çıkarak kolay lokmaya ve sahte şöhrete konanlar ile bütün ömrünü sanat yolunda harcayanların iş ve hareketleri, hikâyetin olay örgüsündeki temel damarlardan biridir. Hikâyetteki estetik sonucun çok derinlerde olduğunu söylemek lazım. Felsefi sonucu ise genç nasirin arayış sırasında bulduğu kesindir.

      Bunu yalnızca Abiş’e özgü bir şey olduğunu düşünmek doğru değildir. Yukarıda anılan gençlerin hepsi de eserlerinde yeni ve özgün çözümlemeler yapmak gayretindedirler. Bütün bir eser müellifin estetik ülkülerine uygun olarak entelektüel bir konu üzerine kurulur ve estetik çözümleme felsefi çözümlemeye dönüşür.

      Bizim genç nasirlerimizin eserlerinde yazarın düşüncesi ve felsefi yargı denen meseleye çok önem verilmektedir. Bu yazarlar düşünüp taşınarak nihayetinde yargısı açık olmayan eserler yazmaya çabalıyorlar. Bu tamamıyla takdir edilecek bir iştir. Bir şeyin sonucu başlangıcından belli olur kaidesi sanatta geçerli değildir. Bazen çok güzel başlayan bir anlatının sonu iyice cıvıklaşabiliyor. Bundan dolayı genç nasirlerin eserin başından sonuna değin çekici ve sağlam olmasına dikkat etmeleri sevindiricidir.

      Askar Süleymenov’un “Beşatar” hikâyetinin konusu meşhur 1916 olaylarıdır. Bu edebiyatımızda çok yazılan bir konudur. Buna rağmen A. Süleymenov kendisini aynı yollardan geçme, bilinenleri tekrar etme hatasından korumayı başarmıştır. Yazar, 1916 yılı tragedyasına bugünkü neslin gözünden bakmıştır. Askar’ı karmaşık olaylar, kıyasıya çatışmalar, yüzü parıldayan kılıçlar, beşatarın uzun namluları ilgilendirmiyor. Yazar ulus temsilcilerinin söz konusu tragedyaya dair ne düşündüklerini öğrenmeyi amaç edinmiştir. Halkın yazgısı hakkında başka insanların ne düşündüğünü göstermeye çalışıyor. Millî karaktere sahip başarılar ve başarısızlıklar, dışarıdan yapılan değerlendirmeler aracılığıyla ortaya konuyor. 1916 yılından önce de sonra da bir türlü arınamadığımız bazı gereksiz ve yararsız özelliklerimiz eleştiriliyor. Eski anlatılırken bugünkü meseleler gündeme getiriliyor. 1916 yılındaki halk isyanının tarihî nesnelik sebepleri olduğunu, ancak bu isyanın millî bilincimizin uyanışında bir dönüm noktası olduğunu anlatmaya çalışıyor.

      Hülasa Askar’ın anlattığı her vaka, iyice yoğunlaştırılmış, bunlara sanatkâr gözüyle psikolojik tahliller yapılmış ve böylece eser olabildiğince sıkıştırılmıştır. Bazen kahramanın karakterindeki psikolojik kıvrımlardan okuyucunun zar zor çıkmasının sebebi de bu olmalıdır. Sanatçı, kahramanın ruh dünyasına bazen gereksiz yere kurcalayarak iyice ağırlaştırıyor. Askar’ın psikolojik çözümlemesinde yalnızca Kazak ve Rus toprağına özgü değil, aynı zamanda Avrupa nesrinin gelişmiş geleneğinden alınmış unsurlara da rastlanmaktadır. Genç yazarın tip oluşturmadaki arayışlarını destekliyoruz. Diğer yandan cümlenin akışını bozan, cümleyi gereksiz yere karmaşıklaştıran ağdalı ve sanatlı sözleri ve söz öbeklerini çok kullandığını da belirtmeliyiz.

      Kazak nesrindeki yöneliş istikametlerini, her yeni eser aracılığıyla millî edebiyatımızın tipler galerisine çekine çekine giren tanıdık tanımadık tipler ve karakterlerin niteliğine bakarak da tespit etmek mümkündür. Esasen bunlardan bir kısmı dikkate alınmakta, bir kısmı ise yok sayılmaktadır. Sözgelimi Kalihan Iskakov’un “Pusu Sarını”ndaki ihtiyar Kerjak tipini alalım. Kalihan’ın ihtiyarı, iki toplum arasındaki geçiş döneminde rastlanan çok ilginç bir dramatik karakterdir. Bu, günümüz Rus edebiyatında

Скачать книгу


<p>13</p>

Yak sözü burada “kişi” anlamında kullanılmıştır. (Çev.)