Seyahatü'l Kübra. Karçınzade Süleyman Şükrü

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü страница 36

Жанр:
Серия:
Издательство:
Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü

Скачать книгу

olan Konya, kendi adıyla anılan ucu olmayan bir ovanın kıyısında bulunmaktadır. Şehrin bugün itibarıyla nüfusu 44 bindir. Nereye giderseniz gidin Konya gibi bereketli ve pazarı ucuz bir şehre kolayca rastlayamazsınız. Mesnevi Şerif’inde geçen “Köpeğin imanı var, kadının imanı yok.” kelimeleri ile anlatmak istediği derin düşünceye önceleri itiraz etmeme rağmen kazandığım hayat tecrübesi sonrası takdir ettiğim Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin mübarek kabirlerini ziyaret ettim.

      Bu ziyaretin ardından ise Konya’dan tren ile ayrılarak Eskişehir’e ve oradan da hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a geçtim. Eskişehir’e gece varıp, güneş doğmadan ayrıldığımız için gayet tertipli istasyonu dışında hiçbir yerini görme fırsatım olmadı. Konya’dan İstanbul’a tren menzili 450 kilometredir.

      YENİDEN İSTANBUL

      İstanbul’a geldikten iki gün sonra Ermenilerin Osmanlı Bankası’na baskın yapmak gibi bir eşkıyalık ve ahmaklığa yeltendikleri haberi yayıldı. Güya fırıldakçı İngilizlerin menfaatlerine hizmet etmek için kendi canlarını ortaya atan bu bir avuç milletin yapmış olduğu alçaklık ve nankörlük herkesi şaşkınlığa sevk etti.

      Osmanlı Devleti’nden gördükleri bu kadar güzel muamele ve iyiliğin kıymetini anlayamayan bu kötü karakterli milletin yeltendiği bu eşkıyalığa engel olmak ve yapanları da yakalamak için İstanbul’un sokakları ve caddeleri güvenlik güçleri ile doldu. Gece gündüz demeden dolaşan bu süvari ve piyade alayları ile birlikte jandarma ve polis birlikleri gibi cesaret sahibi insanlardan yol bulup da ilerlemek çok zor bir hâl almıştı. Bu nedenle hiçbir yere çıkamıyordum. Ne zaman canım sıkılsa Telgraf Bakanlığı binasının bulunduğu Gülhane Parkı’na ve Sarayburnu’na dolaşmaya giderdim. Bu vesileyle de o bölgede bulunan Devlet Müzesi’ni (Arkeoloji Müzesi) de sıkça ziyaret etmeye başladım.

      Devletimizin tavizsiz üzerinde durduğu düzen ve intizamın bir meyvesi olarak en iyi şekilde sergiye açılan müzedeki kıymetli eserler saymakla bitmeyecek sayıdadır. Bu müze, geçmişin ilim ve gelişimini öğrenebilmek ve bu sayede bugün sanayi ve teknikte gelinen noktayı kavrayabilmek için kurulmuştur. Tamamen sergilenen eserlerle dolu bu kültür yuvasında bulunan eski eseler, sanat eseleri ve insanda merak uyandıran tasvirlerin en önemlilerinden bir de Büyük İskender’in mezar taşıdır.

      İstanbul’a bu üçüncü gelişimde Bakan Hasan Ali Bey vefat etmiş, onun yerinde de yadigârı Boşnak Hüseyin Hasip geçmişti. Hatta aynı zamanda Meclis Başkanı Reşat Bey ile heyet üyelerinin çoğu değişmişlerdi. Bu arada Halep başlığında yaptığı kötülükler anlatılan soysuz Bedri oradan Adana’ya kovulduğundan bahsetmiştik. Fakat Sadrazam Halil Rıfat Paşa’nın sırdaşı konumunda olan Hacı Ağa’ya çok pahalı hediyeler göndererek görev yerini önce Posta Müdüriyeti vekili olarak İstanbul’a, oradan da Telgraf Bakanlığı muhasebeciliğine aldırmış. Bu şekilde gönlü alındığına hayretle şahit oldum.

      Koskoca bir Bakanın okuma yazma bilmeyen ve rüşvetçi bir hizmetkârının ağzıyla iş yapması sonucu böyle rezil adamların korunduğunu büyüklük kapısı efendimize arz eden bulunmamaktadır. Daha doğrusu herkesin Ata Beyzade Cavit’in şerrinden korktuğu esnada Süleyman ne yapsın? Padişahımızın bu kadar kendisine sadık hizmetkârları bu durumdan habersiz değil ya! Kesinlikle bekledikleri bir nokta bulunmaktadır. Bu düşünceyle o adamın kötülüklerinden daha fazla bahsetmeyerek susmayı tercih ettim.

      Soysuzlar ne zaman ellerine imkân verilse firavun kesilirler. İşte bu soysuz sınıfının önde gelenlerinde biri olan Bedri de Hüseyin Hasip gibi ellerine geçirdikleri tımarhane kaçkını, bilgisiz ve akıldan nasibi olmamış Bakan’ın maaş dışında bir fikrinin olmadığını anlayınca idareyi sahipsiz ve meydanı da boş bulmuşlardı. Bu adam, eline geçirdiği Bakanlığın muhasebeciği ile Bakanlık İdare Heyeti üyeleri arasına da girmişti. Böylece başı göğe ererek rast gelene sataşmaya başlamıştı. İyice kuduran bu kuduz köpek, iktidarsız Bakan’ın akıl hocalığına da soyunmuştu. Bu şekilde Bakanlıktaki tüm ipleri eline geçirdiği için derdimi de kimseye anlatamadım. Sonuç olarak da 260 kuruş maaş kesintisi ile Dırac Müdürlüğü’nü kabul etmek zorunda kaldım.

      Hükûmetimizin mahvedici gücüne karşı koymanın mümkün olmadığını çok acı bir tecrübe ile anlayan Ermeni bozguncuları delikten deliğe kaçarken Halep başlığında anlattığım gibi bu bozguncuların en hayırsız yardımcıları olan Bedri’nin ise tam aksine yüksek makamlara getirildiğini ve ödüllendirildiğini gördüm. Bu karmaşık günlerde ben de İstanbul’dan ayrılarak Dıraç’a doğru hareket ettim.

      Önce İzmir’e gidip, oradan başka bir vapura aktarma yaparak doğrudan Mersin’e geçtim. Oradan da Adana’ya geçip orada bulunan annemi yanıma aldım. Sonra da deniz yoluyla Selanik’e doğru yol aldım. Bu esnada Yunan sınırına yoğun bir şekilde asker sevki ve savaş malzemeleri nakli gerçekleşmekteydi. Gece gündüz durmadan yapılan bu sevkler nedeniyle Tren Yönetimi kimseye bilet vermiyordu. Bu nedenle tekrardan vapura binerek Girit adasına ait Kandiye, Retna ve Henya iskelelerine uğradık. Ardından da Pire, Korfu ve Avlonya istikametinden Dıraç’a ulaştım.

      DIRAÇ

      Dıraç, Osmanlı Avrupası’nın batı sınırını çizen Adriyatik Denizi sahilindeki en büyük ve en güzel kasabamızdır. Geniş bir körfezin kuzeybatı ucunda olan kayalık bir buruna kurulmuştur. İlirya, yani eski Trieste krallarından olan Pidamyus zamanında kurulmuştur. Şehir onun halefi Dırahyos zamanından büyüme kaydedip daha güzel hâle geldiği için Dırahyum adını da almıştır. Şimdi kullanılan Dıraç isminin buradan kaynaklandığı ya da Yunanca’da korkunç anlamına gelen pidamyus veya kayalık demek olan dırahyon kelimelerinde geldiği tarih kitaplarında net olmamakla birlikte ifade edilmektedir. Buranın yerli halkında edindiğim bilgiyi de aşağıda ekliyorum.

      Diraç ismini “Durres” olarak ifade eden Arnavutların söylediklerine göre şehrin kurulduğu yarımada milattan önce yaşanan bir deprem sonucu denizin derinliklerine batarak gözden kaybolmuştur. Yarım yüzyıl sonra tekrar gün yüzüne çıkıp eski hâlini alsa da bundan böyle kimse oraya gitmeye cesaret edememiş. Bu nedenle yıllar boyu bu bölge boş kalmıştır. Sonraları Dıracu isminde bir Çingene kendi birlikte olduğu halkıyla bu bölgeye korkmadan girerek burada yaşamaya başlamışlar.

      Burada yaşayan diğer topluluklar ise bahsettiği bu topluluktan çok sonra gelip yerleşmişlerdir. Onlar da daha evvel verilen Dıracu ismini kullanmaya devam etmişlerdir. Avrupalıların da Dıraç yerine Dıracu kelimesini tercih etmeleri bu anlatıyı dolaylı bir şekilde doğrulamaktadır.

      Ben Dıraç’a geldiğimde buranın Sancak Beyliğini yapan mutasarrıfı Muharrem Bey’di. Bu şahıs bir yıl sonra İpek’e tayin edildi ve onun erine Arapzade Rıza Paşa görevlendirildi.

      Bahsettiğim bu kişilerin ikisi de güler yüzlü, iyi huylu, tatlı dilli olmakla birlikte sohbet ve nezaketleri insana hoş gelen namuslu insanlardı. Geldiğim dönemde buranın yazışma müdürlüğünü Tiran beylerinden Kazım Bey; meclis idare başkâtipliğini şehrin itibarlı kişilerinden İsmail Efendi; muhasebeciliğini Bursalı Rıza Efendi; Kadı Ali Efendi, savcı vekilliğini Erkan-ı Harp Kaymakamı Manastırlı meşhur Osman Senai Bey’in kardeşi Davut Efendi; ceza mahkemesi başkanlığını İsmail Bey ki kendisi o kötü namlı Bedri’nin ne kötü bir adam olduğunu bilen ve Bedri’nin hemşehrilerindendi; Divan-ı Umumi mahkemesi başkanlığını Ali Bey ki bu kişi de o kötü namlı Bedri’nin nasıl biri olduğunu bilen ve Bedri’nin hemşehrilerindendi;

Скачать книгу