Seyahatü'l Kübra. Karçınzade Süleyman Şükrü

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü страница 40

Жанр:
Серия:
Издательство:
Seyahatü'l Kübra - Karçınzade Süleyman Şükrü

Скачать книгу

ikici derecede önemli olanları sofraya oturup yemeklerini yediler. Bunlardan sonra da çocukları toplanıp yemeye başladılar. Tahminen bu sofradan bin yedi yüz kişi yemek yedi. Buna rağmen yemeğin ancak dörtte biri bitti. Herkes karnını doyurduktan sonra köleler gelerek bu bereketli yemeğin kalanını sinilerle kaldırdılar.

      Sofradan avuçlarıyla aldıkları pilavı taslar içindeki tereyağına batırıp ağızlarına atan bu katışıksız Araplar ile birlikte yemek yemenin benim gibi şehirlilerin midesini bulandıracağını bilen Faris Paşa benim için ayrıca bir sofra hazırlattı.

      Burada bir hafta konakladım. Ardından yola çıkma hazırlığını yaptığım esnada biraz daha kalmamı talep etseler de makul mazeretimi kendilerine iletip müsaade istedim. Veda ettikten sonra yola çıktım. Beş gün içerisinde Tai kabilesinin yanına gittim. Burada bir kahvesini içmek için kabile şeyhi Abdurrahman Bey’in çadırına geçtim. Kahve sonrası hemen tekrar yola devam ederek Antiri köyüne geçtim. Buranın önde gelenlerinden Süleyman Ağa’nın odasına geçtim. Bu kişiyi eskiden tanırdım. Bir gece burada konaklayıp güzelce dinlendim. Ertesi sabah bir ata binerek Nusaybin, Midyat ve Hazak istikametinden altı gün içerisinde Şırnak’a gittim. Burada da iki gece konaklayıp yorgunluğu üzerimden attım. Ardından Sindi Golli, Derhozan, Merke ve Aşot üzerinden bir hafta içerisinde Daravire’ye geçtim. Burada da Tiyari kabilesinin lideri Melik İsmail’in evine geçtim.

      Bu esnada, bu bölge ilerisinde bulunan kabilelerden Caluliler ile Oramarlılar arasında husumetten kaynaklı çatışmalar olduğu haberini aldım. Bu nedenle bu istikamette daha fazla yol almayı gözüme kestiremeyerek yönümü değiştirdim. Derhozan istikametinde tekrar geri dönerek Somil ve Telkif üzerinden Musul’a geçtim. Orada vali olan Hacı Paşa hazretlerini ziyaret ederek Deyrizor’dan geldiğimi kendilerine ilettim.

      Bu zat, affedilmem için Başkent’e çok sayıda yazı gönderdiyse de bir sonuç alınamadı. Adanalı Gergerizade Ali Efendi ile Musul’da karşılaştım. Akrabalarımın sağlıkları hakkında güzel haberler alınca taze bir kan almış gibi oldum.

      Bu esnada kış olanca şiddetiyle devam ediyordu. Bu nedenle mevsim sonuna kadar Musul’da kalmak durumundaydım. Rumi 19 Nisan Cuma günü Beni Yunus Mahallesi’ne geçtim. Burada yedi gün boyunca tanıdığım bir kişinin evinde kaldım. Yolluğumu hazırladıktan sonra seyahat için bir at kiraladım. Son gün gece yarısı “Medet ya Ali!” diyerek yoluma devam ettim. Bu yolculuk esnasında Suruciler Yaylası’ndan geçtikten sonra Germamak, Reşani, Babaçiçek, Almendan, Kanutuman, Deli Ali Bey Geçidi, Sardaryan, Bihal, Revandiz, Cendyan, Ömerağa, Balık ve Rayet istikametlerinden on günlük bir yolculuk sonucu İran sınırı içerisinde bulunan artık eskimiz olan Lahican’a vardım. Aksak Timur’un İran’a geçmek için kullandığı geçit olan Rayet, Revandiz’e bağlı Balık Nahiyesi’ne iki saat uzaklıktadır. Bu geçit, İran topraklarına giriş yapılan yerde önemli bir konuma sahiptir. Bu nedenle burada devletimiz karantina kontrol memurluğu noktası bulundurmaktadır. Manevi büyüklerden meşhur âlim Şeyh Murat Efendi’nin kabri de bu bölgededir.

      SÜLEYMAN’IN DÜNYA TURU

      LAHİCAN

      Lahican Ovası batısında Korku Dağı ve Kandil Dağı ile çevrili, doğusu ve güneyinde Peşter’e inen Lahican Nehri’nin sınır boyu aktığı, Kuzeyinde Urmiye topraklarının bulunduğu bir bölgedir. Gayet doğal bir havası ve bereketli bir suyu vardır. Kendisini Revandiz Telgraf Müdür olduğum dönemde tanıdığım Belbas Reisi Mehmet Ağa burada yaşamaktadır. Bu sayede sınırdan belge ibraz etmeden geçebildim. Geçtikten sonra kıymetli evlerinde beni ağırladı.

      Bu topraklar Osmanlı Devleti ile İran Devleti arasında çekişmeli bir topraktır. Bütün bölgeyi ve neredeyse her tarafının saran Peşter Dağlarını gezme imkânım oldu. Süleymaniye Sancağı’nın kuzeyinden başlayarak doğu yönüne doğru uzanıp geniş bir köşe hâlini alan bu dağlar buradan da batı yönünde geri dönerek Bağdat taraflarına devam etmektedir. Osmanlı aşiretlerinin çok eskiden beri yaylak olarak kullandıkları Belbas ve Caf gibi bölgeleri içine almaktadır. Bunun yanında buralar devletimizin askerî eğitimi bakımından da hem önemli hem de gerekli yerlerdi.

      Bu bölgenin at ve devesi çok kıymetlidir. Doğal manzarası çok güzel olmakla beraber toprağı da eşsiz nitelikte verimli olan bu diyarda dostum Mehmet Ağa hamd ve şükür duygusuyla ferahlık içerisinde yaşamaktadır. Gezinti ile geçen yol yorgunluğumu kendisine üç gün misafir olarak kalarak üzerimden attım. Ardından müsaade alarak Mama kabilesi içerisinden yol alarak Saviç Bulak bölgesine geçtim.

      SAVİÇ BULAK

      Saviç Bulak Nehri’nin solunda bulunan hoş bir bayır üzerine kuruludur. Burası Lahican bölgesinin merkezidir. Bu bağlamda çevre yerleşim alanlarına göre ticareti daha hareketli bir yerdir. Aynen Revandiz kasabası gibi sokakları dar ve evleri de topraktır. Nadir Şah’ın oğlu Adil Şah döneminde İran topraklarında siyasi düzen sarsıntıya uğramıştı. Bu dönemde Kerimhan Zend Lahican’dan Isfahan’a kadar İran topraklarını ele geçirmişti. Bu dönemde Şiraz’ı kendisine Başkent yapmadan önce Saviç Bulak’a bir saray inşa ettirdi. Burada ayrıca Safevi Şah İsmail’in tuğladan yaptırdığı büyük bir askerî kışla bulunmaktaydı. Her ikisi de Kaçar Hanedanı döneminde yenilenmediği için zaman içerisinde harabe hâline gelmişlerdir. Bir dönem burada bulundurulan bir bölük serbaz adı verilen piyade askerî kışlanın da enkazı dikkat çekmektedir. Yıkıntıları arasında bulunan kapıları mağara deliklerini andıran odalara baykuş gibi sokulmuş bir hâldedirler.

      İran’da askerlik sürekli ve babadan oğla miras bir meslektir. Bu nedenle buralarda on üç yaşından yetmiş yaşına kadar serbazan askeri görmek mümkündür. Sefalet içerisinde yaşayan bu zavallı askerlerin yaşları gibi kıyafetleri ile silahları da birbirine zıt ve alakasızdır. Ücret olarak tayın adı verilen asker azığı ile aylık toplamda dokuz kıran maaş alıyorlar. Bu maaş günlük altı şâhiye dahi gelmiyor. Osmanlı parası ile bu para aylık toplamda on sekiz kuruş ediyor. Osmanlı parasına göre aşağı yukarı yetmiş paraya karşılık gelen bir kıran, yirmi şahi demektir. Bu nedenle günlükleri on beş para dahi etmemektedir. İran’ı, Osmanlı ile karşılaştıracak olursak daha az bereketli ve pazarı daha pahalıdır. İran’ın viran kışlalarındaki nöbet noktalarında daimi olarak asker bulundurulmaması nedeniyle bu askerlere iki üç ayda bir kere olmak üzere kılıç çeken diye tarif edebileceğimiz Şimşir-i Beğşid kumandasında eski tip yatağan tarzı bir kılıç ile askerî eğitim verilmektedir. Başka bir işleri olmadığı için bu askerler de boş zamanlarını pazarlara ve mahallere giderek oralarda akşamlara kadar işçilik, kebapçılık, bohçacılık ve kasaplık tarzı işler yaparak ekmek parası kazanmaktadırlar. Askerî taburlarında binek ve yük hayvanı bile bulunmaması nedeniyle her askerin kendi şahsına ait bir bineği bulunmaktadır. Bir gün ikindi vaktinden sonra bu harabe içerisindeki kışlayı gözlemlemeye gittim. Kendi vatanlarından uzak bir hâlde sahipsiz olan bu zavallı askerlerin ölene kadar bu tarz bir askerî yükümlülüğe zorunlu olarak tabi tutulmalarının onları bezgin ve mutsuz bir duruma düşürdüğü hâl ve tavırlarından anlaşılmaktaydı. Hayvanlarının yiyeceklerini dahi kendileri karşılamak zorundaydı. Böyle bir mecburiyet altından çevreden topladıkları otları her biri bir köşeye koymuşlardı ve bolca yedirmekten uzak duruyorlardı.

      Yer yer yakmış oldukları ateşlerin isli dumanları arasında kaybolmuş paslı çömleklerde kendi kendine kaynayan yemekleri pişene kadar dahi boş durmazlar. Bu esnada, ilk insandan beri yaşayan bir hayvan

Скачать книгу