Tanrı İnsanlar. Герберт Джордж Уэллс
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Tanrı İnsanlar - Герберт Джордж Уэллс страница 7
Şaşkınlık ve yemek arasındaki ilişkiyi düşündü Bay Barnstaple. İnsan, doğası gereği yemek yemek zorundaydı, şaşkın olsun olmasın. Kendisinin de acıkmış olduğunu fark etti, solumakta oldukları hava hoş ve iştah açıcıydı.
Ütopyalılar yeni ve acayip bir fikirle şaşkına dönmüş gibiydiler: “Günde birkaç kez mi yiyorsunuz? Ne tür şeyler yiyorsunuz?”
“Oh! Vejetaryen değillerdir, değil mi?” diye araya girdi Bay Mush cırtlak sesiyle.
Hepsi de acıkmıştı. Bu, yüzlerinden okunabiliyordu.
“Hepimiz günde birkaç kez yeriz.” diye açıkladı Bay Burleigh. “Belki de size beslenme rejimimiz hakkında kısa bir özet vermem yerinde olur. Yatağa getirilen sade bir fincan çay ve mümkün olduğunca ince bir dilim tereyağlı ekmekle güne başlarız; bu bir kuraldır. Daha sonra kahvaltı gelir…”
Kendi “gastronomik günü”nün kusursuz bir özetini vererek devam etti, hiçbir ayrıntıyı atlamıyordu; yumurtalar dört buçuk dakika pişirilmeliydi, ne daha az ne daha fazla; öğle yemeğinde herhangi bir hafif şarap olmalıydı; çay saati gerçek bir yemekten ziyade sosyal bir etkinlikti; daha sonra akşam yemeği ve özel durumlarda gece atıştırması. Bu Avam Kamarası’nın bile hoşuna gidecek son derece hafif hatta neşeli ama bir yandan da içten ve samimi bir anlatımdı. Bay Burleigh anlattıkça Ütopyalı kadın, giderek artan bir ilgiyle onu dinliyordu. “Hepiniz bu şekilde mi yemek yiyorsunuz?” diye sordu.
Bay Burleigh, gözlerini üzerimizde gezdirdi. “İçimizden birinin adına cevap veremem. Bay… Bay…”
“Barnstaple… Evet, ben de buna benzer bir şekilde.”
Ütopyalı kadın, ona gülümsedi. Çok güzel kahverengi gözleri vardı ve Bay Barnstaple, gülümsemesinden hoşlansa da kendisine bu şekilde gülümsememesini temenni etti.
“Ve uyuyorsunuz?” diye sordu kadın.
“Altı ila on saat arası, duruma göre değişiyor.” dedi Bay Burleigh.
“Ve sevişiyorsunuz?”
Bu soru Dünyalıları şaşırtmaktan ziyade, şok etti. Tam olarak neyi kastetmişti? Birkaç dakika boyunca kimse bir cevap veremedi. Bay Barnstaple’ın aklından sayısız ihtimal geçiyordu.
Sonra, keskin zekâsı ve liderlere özgü politik tavrıyla Bay Burleigh öne çıktı. “Bir alışkanlık olarak değil, sizi temin ederim.” dedi. “Kesinlikle bir alışkanlık olarak değil.”
Kırmızı şeritli elbise içindeki kadın bir süre bu cevabı düşündü. Sonra hafifçe gülümsedi. “Sizi tüm bunlar hakkında konuşabileceğimiz bir yere götürmeliyiz.” dedi. “Belli ki tuhaf bir dünyadan gelmişsiniz. Bilgili insanlarımız sizinle bir araya gelip fikir alışverişinde bulunmalılar.”
4. BÖLÜM
Sabah, 10.30’da Bay Barnstaple, Slough’ya doğru yol alıyordu, şimdi ise -13.30’da- kendi dünyasını yarı yarıya unutmuş bir hâlde harikalar diyarına doğru süzülmekteydi. “Olağanüstü!” diye tekrarladı. “Olağanüstü! İyi bir tatil yapacağımı biliyordum ama bu… Bu…”
Işıl ışıl ve berrak bir rüyanın bahşettiği mükemmel bir mutlulukla kendinden geçmişti. Daha önce bilinmeyen topraklardaki bir kâşifin duyduğu hazzı hiç tatmamıştı, hatta bunu hayal bile etmemişti. Sadece birkaç hafta önce Liberal için yazdığı “Keşifler Çağının Sonu” adlı makalesi öylesine iç karartıcı ve moral bozucuydu ki Bay Peeve’i fazlasıyla memnun etmişti. Bu “başarı”sını içinde belli belirsiz bir pişmanlıkla hatırladı.
Dünyalılar dört küçük uçağa dağılmıştı. Bay Barnstaple, yol arkadaşı Peder Amerton ile beraber bindiği uçakta yavaşça yükselirlerken arkasına baktığında, araçlarının şaşırtıcı bir rahatlıkla kaldırılıp hafif kamyonlara yüklendiğini gördü. Kamyonlardan çıkan iki parlak metal kol, -bir bebeğin dadısı tarafından nazikçe kaldırılması gibi- arabaları nazikçe kaldırıyordu.
Bay Barnstaple’ın pilotu -dünyadaki uçuş standartlarına göre-tehlikeli derecede alçaktan uçuyordu. Ağaçların üzerinden değil de daha çok yanlarından geçtiği için -başta biraz korkutucu olsa da- onların etraflarını daha rahat bir şekilde inceleyebilmelerini sağlamıştı. Yolculuklarının ilk zamanlarında aşağılarındaki düzlüklerde daha çok, otlamakta olan bej renkli sığırları ve Bay Barnstaple’a tamamen yabancı, renkleri muhteşem, her tarafı kaplamış bahçe bitkilerini görebiliyorlardı. Bu bitki örtüsünün arasında patikalar uzanıyordu. Bazı yerlerde ise iki tarafında çiçek kümeleri ile meyve ağaçlarının gölgelediği daha geniş yollar vardı.
Bay Barnstaple sınırlı sayıda ev görmüştü, gözüne köy veya kasaba hiç çarpmamıştı. Evler büyüklükleri bakımından çeşit çeşitti; zarif yazlık evler veya tapınaklar olabileceğini düşündüğü ayrı duran küçük binalardan, çatıları ve kuleleri ile ona şatoları veya büyük çiftlikleri yahut mandıraları hatırlatan kümelere kadar. İnsanlar tarlada çalışıyor veya yürüyerek yahut kendi küçük araçlarıyla bir yerlere gidiyorlardı. Ama ne olursa olsun kesin bir şey vardı ki o da arazideki insan popülasyonunun çok az olduğuydu.
Bu sırada Dünyalılar, birdenbire ortaya çıkarak Windsor Kalesi’nin yerini alan karlı dağların ardına geçeceklerini anladılar.
Dağlara yaklaştıkça aşağılarındaki yeşillik, yerini altın sarısı mısır tarlalarına bıraktı ve bitki örtüsü değişmeye başladı. Bay Barnstaple, güneşli yamaçlarda üzüm bağları olduğunu fark etti, ayrıca çalışanların sayısı da artmış, yerleşim yerleri çoğalmıştı. Küçük bölükleri, dağların arasındaki bir geçide doğru geniş bir vadi boyunca uçtuğu için rahatlıkla etrafı inceleyebiliyordu. Önce kestane ağaçları ortaya çıktı ve sonra da çamlar. Dağ yamaçlarında çaprazlamasına yerleştirilmiş devasa türbinler ve endüstriyel amaçla kullanılıyor olabilecek alçak, çok pencereli binalar vardı. Ustalıkla kademelendirilmiş dik, aydınlık ve güzel bir viyadük, dağdaki geçide doğru yükseliyordu. Yüksek kesimlerde kesinlikle insan sayısı daha fazlaydı; ancak sayıları, dünyada benzer bir kırsal yerleşim alanında görülebilecek olandan yine de çok azdı.
Bir tarafında büyük bir buzulun karlı düzlüklerinin uzandığı sarp ve ıssız kayalıkların üzerinden on dakikalık bir uçuşun ardından konferans yerinin bulunduğu yüksek bir vadiye iniş yaptılar. Burası dağın içinde bir tür cep gibiydi; binalar öylesine cesurca ve ustalıkla inşa edilmişti ki dağın bir parçasıymış gibi görünüyorlardı. Bay Barnstaple, vadinin aşağılara uzanan kollarına kurulmuş muazzam bir barajla oluşturulmuş, büyük, yapay bir göle bakıyordu. Bu barajın kenarları boyunca aralıklarla yerleştirilmiş görkemli taş sütunlar, oturmuş insanları andırıyordu. Araç yere indiğinde baraj yüzünden daha ilerilerini göremediği önlerinde uzanan düzlük, Bay Barnstaple’a Po Vadisi’ni hatırlatıyordu.
Setlerin -özellikle