Ordusunu Arayan Kumandan. Lütfü Şehsuvaroğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 10

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu

Скачать книгу

gün doğunca sönecek gibi,

      Şimdiden ediyor hayata veda.”

      Anne motifi de şairin şiirinde başat bir mevkidedir. “Dekor” adlı bölümde anneye yazılan iki şiir var. İlki 1926’da yazılmış, ikincisi ise 1982’de. Birincisi “Anneciğim”, ikincisi ise “Anneme” başlığını taşıyor.

      “Ak saçlı başını alıp eline,

      Kara hülyalara dal anneciğim!

      O titrek kalbini bahtın yeline,

      Bir ince tül gibi sal anneciğim!”

      “Anneme” şiiri, şairin ölümünden bir yıl öncesinde yazılmıştır ve artık vadelerin tamam olduğunu anlatıyor.

      “Anne girdin düşüme!

      Yorganın olsun duam,

      Mezarında üşüme!

      Anlamam, anlatamam;

      Düşen düştü peşime,

      Artık vâdeler tamam…”

      Şiir Kavramları

      Necip Fazıl’ın kahramanları ilk baskılarda üç kişiydiler. Bunlar Yunus Emre, Mansur ve Köroğlu’dur. Daha sonra bölüm genişletilmiş; birinci şiirin konusu mürşidi; efendisi olmuştur.

      “Benim efendim!

      Ben sana bendim!

      Bir üfledin de

      Yıkıldı bend’im.

      (…)

      Benim efendim,

      Feza levendim!

      Ölmemek neymiş;

      Senden öğrendim.”

      İkinci kahraman Yunus Emre’dir ve ona iki şiir ayrılmıştır. “Bizim Yunus” ve “Yunus Emre”.

      “Yunus Emre” şiiri 1926 yılında yazılmıştır. Bu da şairin metafizik ürpertiye öteden beri muttali bulunduğunu; ruhçu ve maneviyatçı bir karakteri daha baştan taşıdığını göstermektedir.

      “Kaç mevsim bekleyim daha kapında,

      Ayağımda zincir, boynumda kement?

      Beni de piştiğin belâ kabında,

      O kadar kaynat ki buhara benzet!

      Bekletme Yunus’um, bozuldu bağlar,

      Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;

      Veriyor, ayrılık dolu semalar,

      İçime bayıltan, acı bir lezzet.

      Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan;

      Geleyim, izine doğru arkandan;

      Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,

      Medet ey dervişim, Yunus’um medet!..”

      Tasavvufi unsurları, şiirde, türkü tarzıyla müthiş bir maharetle hemmizaç kılan şair; bu kolay söyleyişi, hakikati bulma davasına adandığı üstün ruh enginliğine vasıl olduğu dönemde yazdığı şiirlerde bile bulamayacaktır belki. “Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işi” olarak sanatının mihenk taşı yaptığı şairliğini, o yüzden “angaje şair” kategorisine sokan Necip Fazıl, ruhçu ama sınır tanımaz-sergüzeşt tabiatını, belki de sadece disiplin altına almak istemiş ve kendini kategorize etme pahasına şiirinin ikinci ve üçüncü dönemlerinde “bir dava adamı” uğruna kendinden kaçarak bir başka benliğe kavuşmuştur. Şairin kahramanlarının yine şair olması tabiidir.

      İlk baskılarda Yunus, Köroğlu ve Mansur biricik kahramanlarıdır. Yunus ve Köroğlu sentezi onu Mansur’a ulaştıracaktır. Sonradan disipline olan şair Peygamber ve beraberinde Şah-ı Nakşibendî, Seyyid Tâhâ’yı kahramanları arasına katar. Kahramanlardan biri de Zeybek’tir; soyut Zeybek. Halk şiirinin en güzel formu a/a/a/b/b kafiyeli beşlikler hâlinde yazılan şiir, 1960 İhtilali’nden sonra yazılmıştır ve muhtemelen Menderes’e bir ağıt anlamındadır. Necip Fazıl, dergilerinde ve çeşitli münasebetlerle kurulan ilişkilerinde “Ya ol, ya öl!” diye uyardığı Menderes’i, sıklıkla tenkit etmekle birlikte destekliyordu. 1964 yılında yazılan şiir, Zeybek’in ölümünden sonra dirilebileceğini; böylece bir davanın yerde kalmayacağını, kalmaması gerektiğini haykırıyor.

      “Zeybeğimi birkaç kızan vurdular;

      Çukurda üstüne taş doldurdular.

      Bir de ya kalkarsa diye kurdular…

      Zeybeğim, zeybeğim ne oldu sana?

      Allah deyip, şöyle bir doğrulsana!

      Zeybeğim, kalkamaz, dirilemez mi?

      Odası mühürlü, girilemez mi?

      Şu ters akan sular çevrilemez mi?

      Ne güne dek böyle gider bu devran?

      Zeybeğim, bir sel ol, bir çığ ol, davran!”

      Kır at zincirlenmiştir, ufuk sahipsizdir; han kayıptır, hancı yoktur, konuk sahipsizdir. Baş köşedeki sırma koltuk sahipsizdir. Susarak ölmeli mi diye soran şair, milleti tespihi saçılmış da aranan nineye benzetmektedir.

      Şairin ruhçu, tabiatçı, Anadolucu karakteri daha ilk şiirlerinde tebellür eder ve ona doğru yolu işaret eder. Yunus’un ardından Köroğlu gelir:

      “Sırmalı cepkeni attı koluna,

      Tek elle dizgini gerdi Köroğlu.

      Tozlarla atılıp dağın yoluna,

      Yeşil muradına erdi Köroğlu.”

      Yeşil murada ermek, azatlığa ermektir. Daha 1923’teki şiirinde Orta Asya Türklüğüne ait bir kavramı kullanması da ilginçtir. Ak saçlı anadan geçilirdi de dağlardan geçilmezdi. Şairin dağlara hasreti, Anadolucu peyzajcılığı diğer şiirlerine de yansır. Başı sıkıştıkça şehirde “Çık dağlara şöyle bir.” demektedir. “Cücesin şehirde sen / bir dev olmak istersen / dağlarda şarkı söyle.”

      Köroğlu ve dağlar; dağlarda hürriyet… Elbette ki en son hürriyet Hakk’a vasıl olmakladır. İşte bu yüzden Mansur en büyük kahramanlardandır. Anadolucu felsefenin özgün fikir adamı Nurettin Topçu’nun da “İsyan Ahlakı” adlı eserinin sonunda gerçek hürriyeti, Mansur’un felsefesinde bulması boşuna değildir.15

      Mansur’un Enel Hakk’ı ve meydanda katledilerek Hakk’ına kavuşması şairde vazgeçilmez bir sahnedir. “Bu meydan âşıktan canını ister.”

      “Sana taş attılar, sen gülümsedin,

      Dervişin bir çiçek attı, inledin,

      Bağrımı delmeye taş yetmez dedin,

      Halden anlayanın bir gülü yeter!..”

      Mansur’un ölümü, zaten ölüm duygusunun bütün çetrefil taraflarını şiirine yansıtan Üstad için bir başka güzelliktir. İnsandan muradı zaten odur. Ölümü öldüren insanlar, ötenin ötesinde sonsuz bir kervana katılıp sonsuz bir hayat sürerler. Kahramanlığın esası, ölümü öldürme becerisine ulaşmaktır. Onun dışındaki bütün kahramanlıklar çöplüğe atılmalıdır. Bölümün sonunda yer alan beyitte de Şah-ı Nakşibendî

Скачать книгу


<p>15</p>

“Gerçekte ızdırap, insanı insan kılan şey, insanlığın yaratıcısıdır. Izdırapta, onu kendi içinde var etmeye kadar, mistiklerin ve özellikle Hallac’ın yaptığı gibi onu aşk ile tutku ile istemeye kadar ileri gitmek lazımdır; kendisini mahkûm edenlerin günahlarını bağışlatmak için Hallac, darağacında şu hayret verici şekilde yalvarıyordu: ‘Onları affet ve beni affetme…’ İsyan, mistiğin tavrıdır; Allah’a iştiraki ile kendi uluhiyetinin farkına varan mistik, kendine ve herkese yükümlülük getiren insanlık ile kendini ve herkesi kurtaran uluhiyet arasında seçim yapmak zorunda kalınca kendisinin ve herkesin selameti için lanetlenmiş olarak ölmek ihtirasıyla yanıp tutuşur. Bizim Allah’ımız isyanın Allah’ıdır.” (Nuretin Topçu, “İsyan Ahlâkı”, Dergâh, İstanbul 1995, s. 200, 204)