Ordusunu Arayan Kumandan. Lütfü Şehsuvaroğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 11

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu

Скачать книгу

yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.”

      diye başlayan şiirde Sakarya diye biten mısrayı taşıyan dört adet beyit vardır ve bunların arasında yedişer beyit yer almaktadır. Gerçekten şiir, lirizm gücü yüksek bir sestir. “Vatan millet Sakarya” diye üçleme yapılarak alay konusu kılınan memleket sevdası ancak böyle bir coşkuyla aktarılabilirdi. Davanın özünü veren bir anlatım vardır ve kavramlar boşuna seçilmemiştir. Bir toprağın vatanlaşabilmesi için mücerret ve müşahhas bütün unsurlarının anlamlı bir bütünü oluşturmaları gerekmez mi? İşte Sakarya’dan başlayarak su ve toprak sentezine ulaşılmakta ve oradan Sakarya’ya akıtılan kanlarla bu milletin bin yıllı aşan Allah davası arasında derin bir ünsiyet kurulmaktadır. Mehmed Akif nasıl “Çanakkale Destanı”yla imparatorluğun yedi düvele karşı müthiş direncini terennüm etmiş ve Mehmetçik’in süngüsü ve kalbi arasında ilahi nefesi yakalayan ses olduysa Necip Fazıl da Sakarya’nın, Kurtuluş Savaşı’nın en güzel destanlarından birini yazarak ama yine aynı asırlara şamil ilahi perspektifi ve Türk’ün ruh kökünü işaret eden coşkulu bir ses olmuştur.

      Dava şiirlerinde “Sakarya”nın ardından “Muhasebe”, “Destan” ve “Zindandan Mehmed’e Mektup” gelmektedir.16

      “Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!

      Bir vicdanın bilemem, kaçtır hava parası?”

      Imagemaker’lığın, akademik hokkabazlığın, bilim adamlığı yahut fikir adamlığı sayıldığı çağımızda bu beyiti çarpıcı bir uyarı mahiyetindedir. Vicdanların hava parası tartışma konusudur. Bir fikrî pazarlayan, onu alıp satan bezirgânlar döneminde bu beyite sığınma mevkisindeyiz.

      “Üstün çile, dev gibi gelip çattı birden! Tos!

      Sen, cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos!”

      Poetikasının bu iki mısrada özetlendiği açıktır. Mutlak hakikati, Allah’ı ararken sır ve güzellik yolundan hareket, şairi üstün çileye, fikir çilesine eriştirir; dolayısıyla artık cüce sanatkârlık terk edilecektir. Bu harekette yoldaş gençliktir ve gençliğe mesajında “gençlikle köprü başı bir genç arayışı”, piramidin teşekkülünü sağlayacaktır.

      “İşte bütün meselem, her meselenin başı,

      Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!”

      Öylesi bir genç adam, sürekli kendi kendine “Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?” sorusunu soracaktır. Sonsuz varlık muhasebesi yapacaktır.

      “Soruverse: Ben neyim ve bu hâl neyin nesi? Yetiş yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?”

      Bu muhasebe nesiller arasındaki korkunç uçurumu da idrak ettirecektir. Üç katlı ahşap ev, şairin doğduğu ve yaşadığı evdir. Bu ev aynı zamanda imparatorluktan giderek küçülen bir devletin ve o devlete sahip cemiyetin dönüşümünü tahlil etmede tipik bir araçtır. Soyağacı gibi olan üç katlı ahşap ev, çürümüşlüğün, çöküntünün bütün unsurlarını taşıyacaktır. Ağaç da konak gibi bir başka unsurdur Üstad’ın şiirinde… Zaten “Büyük Doğu”dan önce çıkardığı derginin adı da “Ağaç”tır.17

      “Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!

      Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…”

      Cemiyet, yok edilen ruhu ve yok eden güruhuyla tahlile muhtaçtır; kurtarılmayı, kendi öz benliğine döndürülmeyi beklemektedir. Şair de bu cemiyetin rahminde bir doğum sancısıdır. Böyle bir doğum aynı zamanda mukaddes emanetin de taşıyıcısı olacaktır.

      “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!

      Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!”

      Bu gelen Yeni, statükocular tarafından, bu çürümüşlüğün mimarları ve bekçileri tarafından “gerici” yaftasıyla suçlanabilir. Bu suçlayıcılar aslında yükseldiklerini sanırken gerçekte zamanı kokutmakta ve alçalmaktadırlar. Bir saman kâğıdından kopya almanın dışında bu taklitçiler hiçbir şey yapmamaktadırlar. Devrim diye yaptıkları da masaldan ibarettir ve yeniye tahammülleri yoktur. Ne yazık ki bu solmaz, pörsümez yeni, çirkine mahkûm edilmiştir. Bütün iş onu özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bir gün hesap görülecek ve gerçek inkılap zuhur edecektir.

      “Bekleyin, görecektir duranlar yürüyeni;

      Sabredin gelecektir, solmaz pörsümez Yeni!”

      Necip Fazıl’ın ikinci dönem şairliğinin aynı zamanda “Büyük Doğu” dergisi ve mücadelesi sürecinde geliştiği bilinmektedir. 1947’de yazılan bir başka şiir de “Destan”dır. Onda da inkılap kavramıyla cebelleşme devam etmektedir. Kalabalıklar nereye gittiğini bilmemektedir ve bu kör gidişe dur demek vaktidir:

      “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” haykırışıyla başlayan şiir, tarihimizden, benliğimizden, kimliğimizden büyük kopuşa işaret etmektedir.

      “Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey.” diyen şair, çöküşü, Sodom-Gomore, Bizans ve Roma’nın çöküşüne benzetmektedir. Şiirde aynı zamanda ekonomik çöküntü ve toplumsal parçalanma da anlatılmakta; gelir dağılımı adaletsizliğine işaret edilmektedir. “Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.” şeklinde açıklanan bu taksimin, kurt tarafından bile yapılmayacağı ileri sürülmektedir. Meselesiz ve gerçeksiz hayat, bir kubur faresini andırmakta; karaborsa toplumu sarmalamaktadır. Böyle bir toplumda siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilaçtır. Bülbüllerin vakvaktan dil öğrenmeleri emredilmekte, tarih kitapları ise balığın tırmandığı kavaktan bahsetmektedir. Arslan hakikat ispinoz kafesindedir; vatan ise dalkavuk kefesinde tartılmaktadır. Mukaddes emaneti ne yaptık diye canhıraş bir feryatla soran şair, daha da ileri giderek bu tiyatroyu çok daha acıklı ve alaycı hicvetmektedir:

      “Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

      Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.”

      Gerçekten de Sakarya ile bu mukaddes emanetin yılmaz bekçisi seçilmiş millet, şanlı bir direniş göstermiş; suyu yokuşlara doğru akıtmayı bilmiş ve fakat sonradan yaptığı eldiven ve şapkadan ibaret inkılaplarla şanını ilerletememiştir. Bu şiirde “inkılap” kelimesinin daha önceki baskılardaki yerinde üç nokta olduğunu biliyoruz. Bu mükemmel hicviye, aynı zamanda Türk milletinin acıklı bir destanıdır da. Üç noktanın söylediği çok şey vardı mutlaka ama artık son baskılarda açık bir tenkit hâlinde şair, “angaje” tarafa son noktayı koymak durumunda kalmıştır.

      1947 şiirlerinin biri de tek beyit hâlindeki “Surda Açılan Gedik”tir:

      “Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

      Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!..”

      “Büyük Doğu” mücadelesi şairin ikinci dönem şiiriyle teçhizatlandırılarak surda bir gedik açılmasına sebep olmuştur. Artık beis yoktur. İz vurulmuştur. Artık gam yoktur. Gerçekten de camide mahpus Müslüman tipi sokağa taşırılmış,

Скачать книгу


<p>16</p>

Büyük Doğu cemiyetinin ezberlediği bu şiirler, “Gençliğe Hitabe” ile birlikte “İdeolocya Örgüsü”nün ritüelini meydana getiriyordu.

<p>17</p>

“Bütün ömrü, 14 Mart ve 29 Ağustos 1936 arasında beş buçuk ay ve on yedi sayıdan ibaret olan “Ağaç”ın ilk altı sayısı Ankara’da çıkar. Yedinci sayıdan itibaren dergi, İstanbul’a nakledilir. Her sayısı kaliteli, yüksek gramajlı kâğıda basılan ve hafif grenli “papye kartone” bir kapağı olan dergi, ağırbaşlı, akademik bir görünüştedir. Hayatı boyunca kendi kıyafetinden tiyatrolarındaki mekân dekorlarına ve bütün yayımlarına kadar daima zengin bir formun ve şık görünüşlerin insanı olan Necip Fazıl’ın genç yaşında ve ilk yayın tecrübesine rağmen “Ağaç”ta eriştiği bu kalite, dergiciliğimiz için kıymetli bir tecrübe olmuştur.”(…) “Aynı yıllarda Ankara’nın devrimci havasına uyarak boy gösteren ‘Kadro’, ‘Varlık’, ‘Yücel’ gibi dergilere bir tepki midir? Yoksa çağın Batı’da materyalist ve pozitivist, Doğu’da Marksist çılgınlıklarına bir karşı çıkma mıdır?”(Orhan Okay, “Kültür ve Edebiyatımızdan”, Akçağ, Ankara 1991, s. 352, 354)