Ordusunu Arayan Kumandan. Lütfü Şehsuvaroğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 13

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ordusunu Arayan Kumandan - Lütfü Şehsuvaroğlu

Скачать книгу

olur. Tipik bir Necip Fazıl dramıdır bu. Kadın, işte öyle bir kadın, Üstad prototipiyle aşkı tanıyacaktır ve ondan vazgeçemeyecektir. Gerçekte kayıtsız gibi duran erkek, aşkın anaforlarında boğuşmaktadır. Kır-şehir çelişkisi, bu sefer sağlıklı erkeği hastalıklı hâle getirir. Necip Fazıl’ın karakterleri arasında müthiş bir benzerlik vardır ve hemen hepsinde Üstad’dan izler görülür. Bu senaryo, Millî Türk Talebe Birliği işin içine katılarak, zaman zaman Allah inancına atıfta bulunularak, İslamcı tiyatroya örnek teşkil edilmek amacındadır ama Üstad’ın ilk senaryolarındaki kurgudan çok da fazla bir şey değişmemiştir. Üniversitede doçent / profesör olarak ders vermek, ata sahip olmak, kadın keşfediciliğinde mütehassıs, daha çok onları kendi karizması etrafında dolaştırmak peşindeki biridir o. Kahramanımız, köy özlemi taşıyan entelektüel şehirli tipi ve aynı zamanda inanmış bir adam olarak da yukarıdan bakmaktadır.

      Kadın tipleri arasında tıpkı şehir ve köy mukayesesinde olduğu gibi aşufte ile iffetli kadın; yaşama iradesi ve ölüm arzusu arasında gidip gelmeler; kitap yüklü profesörlerle gerçek entelektüellerin farkını yakalamak ve bu arada sıklıkla tekrarlanan ölüm korkusu ve fikir çilesi: kriz entelektüel… Hemen hemen bütün eserlerinde bu temalar vardır.

      “Deprem”de (Çile) Nihat’ın ilgisini çeken hemşire kız (Selma), iffetli, gururlu, ne kadar gizlese de hisli ve güzeldir. Nihat kan kanseridir ve ölümü yakındır. Bu tür hastaların geçici iyi devresinde Nihat’ın yalısında verilen gecede, etrafını çeviren gençlerle diyaloğunda; 2. gencin, “Siz hangi asrın kızısınız?” sorusuna verdiği cevapla Selma’ya şöyle dedirtir: “Ben bir köy kızıyım.” Necip Fazıl’ın kızları köy kızlarıdır ama maşallahları vardır: Hem okumuş hem cazibeli hem de iffetlidirler. Nihat ve Selma birbirini sevmektedir fakat evlilik teklifini reddederken Selma’nın sevmekle ilgili cevabı müthiştir: “Ben seni seviyorum… Şu posası çıkmış, sığlaşmış kelimeyle değil. Onun üstündeki dipsiz mana ile o mananın son derinliğiyle…” Üstad’ın gerek sahnedeki gerek de romandaki kahramanları, birbirleriyle aynı ortamı paylaşan; kimi zaman karı koca kimi zaman kardeş olmalarına rağmen çok zıt karakterler taşımayan, çok farklı zihniyetleri ve değer anlayışları bulunan kimselerdir.

      Necip Fazıl da biyografi dizisinin birinci ismi ve Türk Modernleşme sürecindeki Türk düşüncesinin kaynak adresi olan Namık Kemal gibi “fikrine derinleşen sanat” erbabı olarak tiyatroyu önemsemiştir. İkisi de tarih sahnesinde Yavuz’la buluşmaktadırlar. Batı’dan tiyatronun önemini kavrayarak dönen Namık Kemal’den, iki nesil sonra Necip Fazıl, tiyatroya, senaryo dalını da ilave etmiştir.

      Necip Fazıl, “Vatan Şairi Namık Kemal” adlı senaryosunda:

      “Namık Kemal, padişahın yüzüne karşı, ‘Ben sultanlardan Yavuz’u severim.’ demiş…” şeklindeki cümle bu açıdan önemlidir. Bu cümle, aslında bütün Türk düşünce ufuklarının ortak kanaatinin bir yansımasıdır. Bu söz âdeta bir şifredir ve Yavuz’la Namık Kemal’i Türk düşüncesinde, aynı ruh kökünde buluşturmaktadır. Dikkat edilirse; Akif ve Gökalp gibi son Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş nesli ile onlardan sonra gelen Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Peyami Safa gibi sanat adamlarının yer aldığı nesil, hep kaynağını Namık Kemal’e dayandırmaktadır.

      TİYATRO

      Necip Fazıl’ın ilk tiyatro eserleri, Türkiye’de tiyatro yönetmenliğinin Üstad’ı Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konmuştur: “Tohum” ve “Bir Adam Yaratmak”. İlk oyunu 1935’te yayımlanan “Tohum”dur. En ünlü tiyatro eseri olan “Bir Adam Yaratmak” ise 1937-1938 yıllarında sahnelendiğinde çok büyük bir ilgi uyandırmış ve uzun süre sahnelenmiş; aynı oyun 70’li yıllarda TRT’de yayımlanmıştır. Ardından “Künye” 1939 yılında, “Sabırtaşı” 1940 yılında, “Para” 1942’de, “Namı Diğer Parmaksız Salih” ise 7 yıl sonra 1949’da yazılmıştır. Uzun bir aradan sonra “Reis Bey”, “Ahşap Konak” ve “Siyah Pelerinli Adam” 1964’te, “Ulu Hakan” 1965’te, “Yunus Emre” 1969’da, “Kanlı Sarık” 1970’te, “Mukaddes Emanet” 1971’de yazılan tiyatro eserleridir. Ve en son olarak da 1978’de yazılan “İbrahim Ethem”.

      Necip Fazıl’da kendi dışına çıkma isteği daha çok tiyatro eserlerinde kendini gösterir. Gerçekten de kendini aşmak isteyen Necip Fazıl, yine karşısında kendini bulmaktadır. “Bir Adam Yaratmak”taki Hüsrev, kader çizgisini, varoluşu tartışır; ölüm korkusu onu, Allah’la kalabalık arasında sıkıştırır. “Künye”deki Gazanfer de kendisidir ve o da sürekli kendini aşma arzusundadır fakat bir türlü başarılı olamaz. “Reis Bey”de ise bir mahkeme reisinin adli bir hatayı fark etmesi üzerine merhamet hissinin gelişimi ve kendinde meydana gelen dönüşüm anlatılmaktadır. “Ahşap Konak” ise şiirinde de yer alan üç katlı ahşap bir evdir ve her katı ayrı bir âlemdir. Buradaki değişim artık nesiller arası bir değişim olacaktır.

      Necip Fazıl’ın şiiri, elbette ki onun edebî kimliğinin teşekkülündeki bariz vasıftır. Sultan-ı Şuara bu yüzden diğer edebî eserlerinden ziyade şiirleriyle öndedir. Fakat “Bir Adam Yaratmak” oyunu da Üstad’a neredeyse şairliğiyle yarışan bir oyun yazarlığı unvanı katmıştır. “Hayat mı, eser mi?” sorusunu sıklıkla soran Burhan Toprak’a “Eser mi şaheser mi?” sorusunu sordurmaya başlayan Necip Fazıl, bu eseriyle “kriz entelektüel”i sahneye taşımıştır. Metafizik duyuşlarla yaşanan hayat arasındaki gelgitlerin sahnede seyirciye yaşatılması elbette kolay bir iş değildir. Eserin, yazarıyla doğrudan münasebeti yanında, yine yazarın karakterine uygun biçimde üç ayrı kişiliği çatıştırması ve irsî bir ego etrafındaki Tanrı ve kalabalık mülahazaları, dram unsurunu nevi şahsına münhasır biçimde geliştirmektedir. Soyundan gelen karakterle Hüsrev, toplumun “deli” diye tanımlayabileceği bir düşünce grafiği çizmektedir. Yazarın ve kahramanın metafizik ürperişleri ile çevrelerinde gelişen günlük hayat arasındaki çelişki, tiyatroya başarılı bir gerçekçilikle yansıtılmış fakat eser konusunu gerçekçi edebiyattan değil, sürrealizmden almıştır. Türk edebiyatının “Hamlet”i mesabesinde olan eser, maddeleşen dünyanın, çevrenin, günlük hayatın içinde bunalan, soyut taraflarıyla zengin bir insanı delirtme noktasına ulaştıran hem yerel-millî, bize ait; hem de evrensel duruşu, konuları ve kahramanları olan bir eserdir. Oyun içinde oyun vardır. İnsanın kendine, içine doğru bir “hareket” vardır. Buna soyundan gelen bir karakter mi sebep olmaktadır; yoksa insanın kendi içine doğru hareketi, yönelişi mi? Bu bir kriz entelektüel midir; delirmeye ramak kalış mı? Dostoyevski’deki gibi “Suç ve Ceza”nın kendi içindeki serencamı, psikolojik yargılama süreci mi? Ölüm, öldürme ve bir adam yaratma arasındaki müthiş benzerlik ve ilahi adaletin nasıl tecelli edeceği sorgulaması… Yaratmaya kalkışma, yaratıcı tarafından bir cezaya çarptırılmayı gerekli kılar. En azından bunun korkusu başlı başına bir ceza değil midir? Yine sığınılacak liman bellidir. Yaratıcının kendisi… Bir adam yaratma peşindelik, bu sefer kadına yönelir. Birisi kendisini seven kadındır, diğeri annesi… Zaten Necip Fazıl’ın şiirinin ana temalarının ikisi sevgili ve annedir. Seven kadınının ölümüne sebep olur, annesine de acı çektirir. Ya dinginleşip, durulup çılgınlığını, inanmış aydının problemi yapacak ve kendisine bir kılavuz yine kendisi bulacaktır ya da bu çılgınlık onu yıkıma, ölüme, deliliğe götürecektir. Eserde sanki; hareket felsefesinin başta ve sonda yer alan mesuliyet anlayışı ve hareket sürecinde taşıdığı isyan ahlakı şifrelenmiştir. Bu anlamda Anadolu

Скачать книгу