Türkçeyle Yaşamak. Leyla Karahan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türkçeyle Yaşamak - Leyla Karahan страница 11

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türkçeyle Yaşamak - Leyla Karahan

Скачать книгу

“Sen kızını niye ortaokula gönderiyorsun?” demişler. Yani pek tasvip etmemişler benim ortaokula gitmemi. Annem de ilkokulu bitirmiş, ortaokula göndermemişler zamanında. Babam çevresindekilere demiş ki: “Peki ne olur okutursam?” Onlar da “Görüyoruz işte, hükümette çalışan birkaç memur var. Etraftaki genç kızları görüyoruz, yeni moda diye kısacık elbiseler giyiyorlar, saç baş açık. Bu bizim geleneklerimize çok aykırı. Ahlaki düşüklük sayıyoruz bunları.” demişler. Babam, dindar bir insandı, hocaydı. Medresede yetişmişti. Bununla beraber çok açık fikirliydi. Demiş ki: “Bakın size bir şey söyleyeyim dostlar. Eğer siz kızlarınızı okutmazsanız, aşüfte olma niyetleri varsa yarın öbür gün onlar yine yapacaklarını yaparlar ve sizin aile haysiyetinizi ayaklar altına düşürürler. İyi bir eğitim vermişseniz kızlarınız okuduğunda aile terbiyesini, aile haysiyetini ayağa düşürecek bir durum ortaya çıkmaz. Bu bakımdan hepinize tavsiye ederim, lütfen kızlarınızı gücünüzün yettiği kadar okutun.” Bunu bana babam yıllar sonra üniversitedeyken bir münasebetle anlattı. O zamanlar Cumhuriyet’in ilk yılları… Hâlâ böyle gelenekler devam ediyor. Kolay değil bir toplumun alışageldiği geleneklerden kurtulması… O devri yansıtması bakımından ilgi çekici diye şimdi bunları hatırlatmak istedim.

      – Teşekkür ederiz Hocam.

      – Evet, ilkokulu 1934’te bitirdim. Ortaokul yoktu Urla’da. Beni İzmir’e göndermeleri lazımdı. Önce beni leylî vermeyi düşündüler, ben istemedim. Onun için annemle İzmir’e geldik. Servili Mescit’in Türbe Sokağında iki katlı bir evin ikinci katındaki bir odayı bize kiraladılar. Aklı başında bir ailenin yanında… Bir oğulları, iki kızları vardı. Terlik püskülü yapar, satarlardı. Oğulları muallim mektebine gidiyordu. Tek odamız vardı, mutfağı ortak kullanıyorduk. Galiba kirası 5 liraydı. Sadece annemle ben oturuyorduk. Bir buçuk sene kaldık o evde. Ben okula gidiyorum, annem evde… Babamla ağabeyim de Urla’da oturuyorlardı. İzmir’e geldiklerinde uğrarlar, hatırımızı sorarlardı, para verirlerdi. Sonra dediler ki bu böyle olmayacak, birleşelim. Tekrar İzmir’e geldiler, Basmahane’de bir ev tuttular.

      – Ağabeyiniz yanınızda mı kalıyordu?

      – Ağabeyim evli, ablam da memlekette, Nevşehir’de evli. Ağabeyimin, bir tek oğlu vardı o zaman, Sakıp. Üç dört yaşındaydı. Sonradan iki kızı Raife ve Nigâr doğdular. Ağabeyimlerle İzmir’de aynı evde beraber oturuyorduk. Hanımının asıl adı Kiraz’dı, ama sonradan İzmir’de akrabalarımız bu ne biçim ad deyince adını Şadiye yapmışlar.

      – İzmir’de hangi ortaokula gittiniz Hocam?

      – Kız Lisesine. Allah rahmet eylesin, babam getirdi, beni Kız Lisesine kaydettirdi. Gündoğdu’daydı o zaman lise. Basmahane’den aşağıya, Gündoğdu’ya kadar giden bir cadde. Ama çok geniş bir cadde, yangın yerinden bozma. Sonradan orası fuara ayrıldı, fuar alanı oldu. Basmahane’nin üstünde Altınpark vardı, Altınpark’ın üstünde de Servili Mescit. O mahallede otururduk. Oradan aşağıya inerdik arkadaşlarla; Basmahane’ye kadar inerdik. Basmahane’den sonra çok geniş bir yol. Yığın yığın öğrenci… Geçerdik oradan. İzmir Kız Lisesine giderdik. Yol, sabah akşam kalabalık olurdu. Başka zaman tenha olduğu için korkulurdu ve gidilmezdi. Fakat kalabalık olduğu için bir şey olmazdı. Yolumuzun üzerinde bir tabakhane vardı. Oradan burnumuzu tıkayarak geçerdik. Okula yaklaştığımızda dikenli bir yer çıkardı karşımıza; oradan da toplu olarak geçerdik. Yürüyerek giderdik, zaten yürünecek kadar kısa mesafeydi. Okul binamız çok güzeldi, bahçesinde nefis ağaçlar, çiçekler, güller, rengârenk… İki bahçıvan vardı. Birisi İbrahim ağabey. Korkardık, ödümüz kopardı. Çünkü çiçek koparttırmazdı; zaten biz de dikkat ederdik. Ortaokulun üçüncü sınıfında okul Karataş’a taşındı. Karataş’ta Erkek Muallim Mektebi vardı, orayı boşalttılar, bize verdiler. Karataş’taki okula iki kat merdivenle çıkılırdı; bahçesi Bahri Baba Parkı’yla birleşirdi. Önünde çok güzel çiçek tarhları falan, arkasında da çam ağaçları vardı. Arka tarafın bir kısmı yokuştu; oraya da da çam ağaçları dikmişlerdi. Biz öğle tatillerinde çam ağaçlarının dibinde oturur, dinlenirdik. Karataş’taki bina da çok güzel bir binaydı, fakat bahçesi Gündoğdu’daki kadar güzel değildi. Aşağıda tramvay yolu olduğu için, tramvay sesleri çok tatlı gelirdi bize. Üçüncü sınıftan itibaren orada okuduk. Ortaokuldaki müdürümüz Hilmi Bey’di. İyi bir insandı ama fazla temasımız yoktu. Daha sonra onun yerine Necmettin Halil Onan gelmişti Adana’dan.

      – Oo! Ne kadar şanslıymışsınız Hocam.

      – Evet… İlk toplantıda, okulun açılış gününde dinledik onu. Belli ki çok otoriter ve aynı zamanda öğrenciye hakkını veren, öğrenciyi koruyan, fevkalade öğrenci sevgisi olan bir idareci, bir müdür. Bu durum lise son sınıfa kadar devam etti.

      – Liseyi de aynı yerde okudunuz, değil mi Hocam?

      – Evet, aynı yerde, Kız Lisesinde. Lisedeki hocalarımız çok değerli hocalardı. Tarih, Türkçe, Coğrafya, Fen Bilgisi hocalarım ve diğer bazı hocalarım hem ortaokul hem lisede bana hocalık yapmışlardı. Bir kere kılıklarına kıyafetlerine bayılırdık. Çok çok sevdiğimiz, saygı duyduğumuz kimselerdi. Orada çok mutluyduk. Hocalarımızın hemen hemen hepsi hanımdı diyebilirim. Erkek hoca pek azdı.

      – Hocam, okula başladığınız yıllar, eski harflerden yeni harflere geçiş yıllarıydı. Henüz yeni harflere kitap aktarımı fazla değildi. Kaynaklardan yararlanamazdınız. Değil mi?

      Tarih öğretmeni Saadet Berkol’la İzmir Kız Lisesi bahçesinde (1939)

      – Sonradan babam bana Kur’an-ı Kerim öğretirken eski harfleri de öğretti. Ama ders kitabı dışında fazla kitap okumuyorduk. Hikâye belki ama ilkokulda hiç roman okumadım. Ancak derslere çalışırdım.

      – Hocalarınız nasıldı?

      – Tarih hocam Saadet Hanım’dı, Saadet Berkol. Çok sıkı bir hocaydı ama çok severdim ben. Tarihi başka kitaplardan da okurdum. Gece babam kalkar, o kitaplardan bazı seçmeler yapar, bana anlatırdı. Fen Bilgisi hocası vardı, Samiye Berköz. O da ayrı bir değerdi. Bir Felsefe hocamız vardı, Hüseyin Kazım Gürpınar, o kadar güzel ders anlatırdı ki bayılırdık. Hem sosyoloji hem felsefe hem de mantık derslerine gelirdi. O zaman üç ayrı kitap vardı elimizde, onları okurduk. Çok beğendiğimiz bir hocaydı. Felsefe dersim de çok iyiydi. Hatta felsefeden, mantıktan, sosyolojiden konuları iyi anlamayanlar olursa başka sınıftan bana gönderirlerdi. Hocam da sorularına başkasından cevap alamadığı zaman bana sorardı ve ben cevap verirdim, memnun olurdu. Öyle bir öğrencilik devresi geçirmiştim. Yalnız o gittikten sonra Zehra Hanım diye Kıbrıslı genç bir hoca geldi. Telaffuzunda bozukluklar vardı. Pek güzel konuşamıyordu. Hüseyin Kazım Gürpınar’dan sonra, lise son sınıfta Felsefeye öyle bir hocanın gelmesi bizi biraz tedirgin etmiş ve üzmüştü. Hoca anlatıyordu, fakat bazı konuları anlayamıyordu arkadaşlarım. “Hocam, şunu bir daha anlatır mısınız, deyince Hoca ne diyordu biliyor musunuz? “Zeynep’e sorun, o size anlatır.” Teneffüste arkadaşlarım bana gelirlerdi, ben anlatır, gücüm yettiğince açıklamaya çalışırdım. Kitapların altında birtakım sorular vardı, kolay cevap verilecek sorular değildi. Bir defasında, o sorulara cevap vermek için yarım gün düşünmüş, konuları baştan sona elden geçirmiş, sonra cevabını bulmuştum. Demek ki insan ancak konuları iyi hazmettikten sonra o konulara vakıf olabiliyor ve

Скачать книгу