Türkçeyle Yaşamak. Leyla Karahan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türkçeyle Yaşamak - Leyla Karahan страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türkçeyle Yaşamak - Leyla Karahan

Скачать книгу

göçmüş gibi olurdu. Orada çardak yaparlardı mersin dallarından. Bizim de iki çardağımız vardı. Birisinde annem, babam, ben yatardık, diğerinde de ağabeyimle yengem yatardı. Ayrıca bir de bağ damımız vardı, taştan yapılmış. Bağlar şenlikli olurdu. Canlı, hareketli. Akşamları domuz gelmesin diye bütün bağ sahipleri ellerine bir çomak alırlar, bir de teneke alırlar, boyuna teneke çalarlardı. Çünkü gece domuzlar bağları harap ederdi. Üzümlerin olmasından sonra domuza karşı bağları, teneke çalarak korurdu mal sahipleri. Akşamları bütün insanların ellerinden sopa ve teneke eksik olmazdı.

      – Hocam, topladığınız üzümü ne yapardınız?

      – Zamanı geldiğinde kuruturduk. Benim babam ticaretle uğraştığı için bütün oradaki bağcılara üzerine üzüm sermek için özel hazırlanmış gri renkte kalın kâğıtlar verirdi. Ayrıca birtakım kimyevî maddeler ve ilaçlar da satardı. Üzümler ilaçların katıldığı sulardan geçirilerek ve o kalın kâğıtlara serilerek kurutulurdu. Üzüm de Nevşehir’de falan olduğu gibi hemen koparılıp kurutulmak üzere serilmezdi. Onun bir usulü vardı. Potasyumla, kükürtle birtakım ilaçlar yapılır, ona bandırılır, o şekilde kurutulurdu. Efendim, babam tüccar olarak onları toptan sattığı için bilirdik. Kükürt, potasyum vs. bağcılara verilirdi. Bağlara iyi bakılmazsa floksera hastalığına tutuluyor, bağlar da hiç mahsul vermez duruma geliyordu.

      – Hocam pekmez yapar mıydınız?

      – Hayır, Urla’da kimse pekmez yapmaz. O, Nevşehir’de yapılırdı; Nevşehir’de yerleşmiş bir âdetti.

      – Babanızın bağcılara ilaç vs. sattığını söylediniz. İşleri iyi miydi babanızın?

      – Evet, ticaretle uğraşırdı babam. Önceleri işleri iyiydi. Çiftçiler, bağcılar babamdan ilaçları alırlardı krediyle. Babam ve ağabeyim çiftçiye kredi açıyor, veresiye veriyor, mevsim sonunda mahsulü aldıktan sonra paralarını alıyorlardı. Babam bu yüzden bir defasında da iflas etti. 1932-34 senelerindeydi herhâlde… Bağlara floksera hastalığı geldi ve bütün bağları kastı kavurdu. Bir yıl hiç mahsul vermedi. Sonra altmış yetmiş bağcıya kredi açtı babamla ağabeyim. Mahsul olmayınca o sene paralarını alamadılar. İkinci sene de çivi çiviyi söker kabilinden, dediler ki biz şimdi kredi vermezsek çiftçi çok kötü durumlara düşer. Böylece ikinci sene de kredi açtılar, ikinci sene de hiç mahsul olmadı. Babam çok büyük zarar gördü. İnanır mısın o kadar müşkül durumda kaldılar ki… Alacaklarını peyderpey aldılar. Bir kısmından çok az aldılar, bir kısmından hiç alamadılar. Üç beş bağcıya değil, altmış yetmiş bağcıya kredi açınca çok büyük sıkıntı oluyor. Ve ondan sonra iş değiştirmek zorunda kaldı babamla ağabeyim. Biz Urla’dan İzmir’e taşınınca İzmir’de başka bir işe başladılar. Kesekâğıdı imalathanesi açtılar; bakkallara, manavlara, bütün ticaretle uğraşanlara kesekâğıdı sattılar. Öylece kendilerini kurtarabildiler. Ben de İzmir’de devam ettim, tahsile. Önce annemle ben gitmiştim. Bu iflas olayından sonra babamlar da geldiler. Başka bir ev tuttuk, daha büyük bir ev tuttuk.

      – Urla’yla ilgili başka hatırladıklarınız var mı Hocam?

      – Urla’nın sosyal durumuyla ilgili şunları da söyleyebilirim. Benim zamanımda Urla’da ve İzmir’de, Rumeli’den, özellikle Kavala’dan gelen göçmenler vardı. Onlar mağazalarda çalışırdı. Daha çok kadınlar… Mağazalar, bildiğimiz alışveriş yapılan yerler değil. Üzüm, incir ve tütün işleyen küçük fabrikalar. Mesela Aliotti mağazası vardı, çok meşhur. Galiba Aliottiler Yahudiydiler. Bu mağazalarda yüksek ve 40-50 metre uzunluğunda tezgâhlar ve kenarlarında kadınların oturacağı yerler vardı. Tezgâha paçallarla üzümleri getirip döküyorlardı.

      – Paçal ne demek?

      – Büyük çuval… Kadınlar tezgâha dökülen üzümlerin bozuklarını ayıklayıp kasalara dolduruyorlardı. Ağaçtan yapılmış dikdörtgen şeklindeki 5-6 kiloluk küçük kasalara… Biz İzmir’de sabahleyin grup hâlinde okula giderken kadınların toplu hâlde o mağazalara gittiklerini görürdük. Kadınlar, sabah yedi-yedi buçuktan akşam beşe kadar çalışırlardı. Haftada üç-beş lira kazanırlar, geçimlerini sağlarlardı.

      – Denize gider miydiniz Hocam, yüzmeye?

      – İzmir’de değil ama Urla’da giderdik. Çünkü İzmir’de yalnız Kordonboyu’nda deniz vardı, orada da yüzme imkânı yoktu. Urla’da yazın denize giderdik. O zaman ilkokuldaydım. Evden çarşaf götürürdük, birer direk dikilirdi. Direklerin üzerine çarşaf gerilir, altına da ufak kilim milim bir şeyler serilir, orada oturulurdu. Yemeğimizi evden getirir, orada yerdik. Yalnız Urla İskelesi’nin kumu çok güzeldi, denizi çok güzeldi, çok rahat denize girilirdi. Onun için daha çok oraya giderdik.

      – Çocukluğunuzda Urla’da sokakta ne oyunları oynardınız Hocam?

      – Sokakta, çizgi oynardık. Yere çizerdik, hane hane ayırırdık. Ondan sonra taşla oynardık. Bana kızardı annem, ayakkabıları eskitiyorum diye. Rugan ayakkabıyı çok severdim, hep rugan ayakkabı alınırdı. Fakat taşları ayağımla itiyorum ortasından. O rugan ayakkabılar ucundan, önünden zedeleniyor. Annem onu görünce deli olurdu. “Ne bu kepazelik kızım, dikkat etsene, ne biçim olmuş ayakkabın?” derdi. Rugandan başka da ayakkabı giymezdim. Parlak, gösterişli ayakkabılardı.

      – Hocam, ben de çok severdim çocukluğumda rugan ayakkabıyı. Her bayram rugan ayakkabı aldırırdım. Çocuklar parlak, pırıltılı, gösterişli giyecekleri seviyor.

      – Hiç unutmuyorum, bir bayramdı. Urla’ya ilk geldiğimiz zaman… Bana bayramlık öteberi almışlar. Bir elbise diktirdiler terziye. Çorap, ayakkabı, kurdele vesaire. Saçım da uzundu, uzun olduğu için örülüyordu ve ucuna kurdele bağlıyordum. Ama istiyordum ki herkes gibi benim saçım da kısa olsun. Annem, babam uzun saçı sevdikleri için bir türlü kestirmezlerdi. Benim de hiç hoşuma gitmezdi. Ta lise son sınıfa kadar devam etti bu uzun saç problemi.

      – Ne zaman kestirdiniz saçlarınızı?

      – Lise son sınıfta. İlkokulda saçlarım uzun, yanaklarım pembe pembeydi. Bana al yanaklı, elma yanaklı kız derlerdi, adım öyleydi. Hatta bir defasında, hiç unutmuyorum, okula gidiyorum, giyimli kuşamlı bir bey, “Bir dakika kızım.” dedi. “Efendim.” dedim. Cebinden bir mendil çıkardı, diline sürdü. Sonra da yanağıma sürdü. Şaşırdım, “Ne oluyor?” dedim. “Yok bir şey kızım, maşallah, Allah bağışlasın.” dedi. Boya mı sandı, nedir? Bu kadar renkli yanak olmaz diye düşündü herhâlde.

      – Hocam, çocukluk resimleriniz var mı?

      – Benim çocukluk resimlerim yok, çünkü Nevşehir’de ben çocukken resim çektirme âdeti yoktu. Daha sonraki, bilhassa İzmir’e gittiğimiz dönemlere ait resimlerimiz vardı, fakat bizim evimiz bir yangın geçirdi, o yangında resimlerimiz de maalesef yandı.

      – Nasıl bir yangın?

      – Türbe sokağında otururken bir depomuz vardı. Depoda top top kâğıtlar vardı. Yengem oradan kâğıt alıp bahçede ocak yakmış. O sırada yukarıda ben kitap okuyordum, ağabeyimin bir de çocukları vardı evde. Alevler birden yandaki ağacı tutuşturmuş. Derken bizim ev tarafına sıçradı alevler. İtfaiye gelinceye kadar epeyi bir şey yandı.

Скачать книгу