On İki Hikaye ve Bir Rüya. H G Wells
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу On İki Hikaye ve Bir Rüya - H G Wells страница 10
O sırada, birkaç metre yakınlarından büyük bir küre süzülerek geçti. Aslında hiç de düz bir küre değildi. Geniş, yumuşak, yırtık pırtık, incecik bir şeydi, oradan buradan toplanmış bir çarşaf, havadan gelen bir denizanası gibiydi ama ilerledikçe tekrar tekrar yuvarlanıyordu ve uzun bir süre arkadan sürüklenirken arkasında bıraktığı uzun, örümcek ağını andıran iplikler ve şeritler süzülerek peşinden gidiyordu.
Kısa adam, “Bu karahindiba değil,” dedi.
“Bu hoşuma gitmedi,” dedi sıska adam.
Birbirlerine baktılar.
“Lanet olsun!” diye bağırdı lider. “Yukarısı onlarla dolu. Bu hızda devam ederse, bizi tamamen durduracaktır.”
Belirsiz bir şeyin yaklaşması üzerine geyik sürülerinin bir araya gelmesi gibi içgüdüsel bir his, onları atlarını rüzgâra çevirmeye, birkaç adım ileri atmaya ve bu havada yüzen yığına bakmaya sevk etti. Rüzgârla birlikte sakin bir hızla, sessizce yükselip alçalarak, toprağa kadar inip tekrar uçarak yaklaşıyor; tüm bunları kusursuz bir birlikle, değişmeyen, incelikli bir eminlikle yapıyorlardı.
Bu garip ordunun öncüleri, atlıların sağından solundan geçtiler. İçlerinden biri yerde yuvarlanarak şekilsizce, ağır ağır, uzun düğümlü kurdele ve şeritlere ayrılıp gözden kaybolunca atların üçü de ürküp sıçramaya başladı. Efendi aniden fena halde sabırsız bir hal aldı. Sürüklenen yuvarlak küreleri lanetledi. “İlerleyin!” diye bağırdı. “İlerleyin! Bu şeylerin ne önemi var? Nasıl önemli olabilirler? İz sürmeye devam edin!” Küfrederek atından indi ve atın ağzındaki gemi sağa sola oynattı.
Öfkeyle, yüksek sesle “O izi takip edeceğim, size söylüyorum!” diye bağırdı. “İz nerede?”
Sıçrayan atının dizginlerini kavradı ve çimenlerin arasında izi aradı. Yüzüne uzun ve yapışkan bir iplik düştü, dizgin kolunun etrafına gri bir şerit düştü, birçok bacaklı büyük, hareketli bir şey başının arkasından aşağı indi. Yukarı baktığında bu gri kütlelerden birinin sanki yukarıdaki şeylere demir atmış gibi göründüğünü, uçlarının yön değiştiren tekne yelkenleri gibi dalgalandığını ama ses çıkarmadığını gördü.
Çok gözlü, tıknaz vücutlu, uzun ve çok eklemli uzuvları olan kalabalık bir mürettebatın demirleme halatını çekerek o şeyi üstüne düşürmeye çalıştığı izlenimine kapıldı. Yıllarca süren binicilikten doğan içgüdüyle, şahlanan atını dizginleyerek bir süre yukarı baktı. O sırada bir kılıcın keskin olmayan tarafı sırtına çarptı ve başının üstünden geçen bir bıçak, sürüklenen örümcek ağından oluşan balonu kesti ve tüm kütle yavaşça yükselip uzaklaştı.
“Örümcekler!” diye bağırdı sıska adam. “Bu şey büyük örümceklerle dolu! Bakın lordum!”
Gümüş dizginli adam, uzaklaşan kitleyi hâlâ takip ediyordu.
“Bakın, lordum!”
Efendi kendini, hâlâ boşta kalan bacaklarını kıpırdatabilen, yerdeki kırmızı ve parçalanmış bir şeye bakarken buldu. Sonra sıska adam onlara doğru gelen başka bir kütleyi işaret edince aceleyle kılıcını çekti. Vadinin yukarısı şimdi parçalara ayrılmış bir sis kümesi gibiydi. Durumu kavramaya çalıştı.
“Kaçalım!” diye bağırıyordu kısa adam. “Vadiden aşağı kaçalım.”
Daha sonra meydana gelenler bir savaşın karmaşası gibiydi. Gümüş dizginli adam, kısa adamın hayali örümcek ağlarını öfkeyle keserek yanından geçtiğini gördü, onun zayıf adamın atına top attığını, onu ve binicisini yere fırlattığını gördü. Kendi atı onu dizginleyemeden bir düzine adım attı. Sonra hayali tehlikelerden kaçınmak için başını kaldırdı ve yerde yuvarlanan atı gördü. Sıska adam ayaktaydı, atının ve kendisinin etrafını saran titrek gri kütlede gördüğü bir yarığı kesiyordu. Temmuz ayının rüzgârlı bir gününde çorak arazideki karahindiba tohumları gibi kalın ve hızlı örümcek ağı kütleleri onlara yaklaşıyordu.
Kısa adam atından inmişti ama atını serbest bırakmaya cesaret edemedi. Bir koluyla çırpınan hayvanı geri çekmeye çalışıyor, diğer koluyla ise kılıcını rasgele sallıyordu. İkinci bir gri kütlenin dokunaçları mücadeleye karışmıştı. Bu ikinci gri kütle, demir yerini bulup yavaşça battı.
Efendi dişlerini gıcırdattı, dizginini tuttu, başını eğdi ve atını mahmuzladı. Yerdeki at yuvarlandı, böğründe kan ve hareket eden şekiller vardı ve sıska adam aniden onu terk ederek efendisine doğru belki on adım koştu. Bacaklarını saran gri şeyler hareketine engel oluyordu. Kılıcıyla etkisiz hareketler yaptı. Bedeninden gri şeritler dalgalanmaya başladı. Yüzüne gri, ince bir perde indi. Sol eliyle vücudundaki bir şeye vurdu ve aniden tökezleyip yere düştü. Ayağa kalkmak için çabaladı ve tekrar düştü ve aniden, korkunç bir şekilde bağırmaya başladı: “Oh-ohoo, ohooh!”
Efendi, adamın üzerindeki büyük örümcekleri ve yerdeki diğerlerini görebiliyordu.
Atını, el kol hareketi yapan, çığlık atan gri nesneye yaklaştırmaya çalışırken, bir toynak sesi duyuldu ve kılıcını kaybetmiş, atına binmeye çalışan ama beceremeyen kısa adam, beyaz atın üstüne çaprazlama yatmış ve yelesine tutunmuş halde hızla efendinin yanından geçti. Efendinin yüzüne yine yapışkan, gri bir tüy gibi bir iplik dolaştı. Bu sürüklenen, gürültüsüz örümcek ağı etrafında ve üzerinde daire çiziyor ve ona yaklaşıyor gibiydi.
Öldüğü güne kadar o şeyin nasıl gerçekleştiğini asla öğrenemedi. Atını gerçekten o mu çevirmişti, yoksa atı arkadaşının peşine mi düşmüştü? Tek bildiği, bir saniye sonra, kılıcı tam tepede savurarak vadiden aşağı dörtnala aşağı iniyordu. Hızlanan esintiyle her tarafını saran örümceklerin hava gemilerinin, hava bağlarının, hava ıskotalarının onu hızla ve bilinçle takip ettiği izlenimine kapılmıştı.
Dıgıdık dıgıdık… Gümüş dizginli adam, yönüne aldırmadan, korkuyla sağa sola bakarak ve kılıç tutan kolu kesmeye hazır bir şekilde at sürdü. Birkaç yüz metre ileride, arkasında yırtık örümcek ağlarından bir kuyruk oluşmuş kısa adam beyaz atını sürüyordu ama hâlâ eyere tam oturamamıştı. Sazlar önlerinde eğildi, rüzgâr taze ve güçlü esti, efendi omzunun üzerinden ağların ona yetişmek için acele ettiğini görebiliyordu.
Örümcek ağlarından kaçmaya o kadar niyetliydi ki, ancak atı bir sıçrama için gücünü topladığında önündeki vadiyi fark edebildi. Fark ettiğinde atını yanlış anlamış ve engellemişti. Atının boynuna yaslanmıştı ve doğrulup kendini geriye verdiğindeyse artık çok geçti.
Heyecanı yüzünden sıçramayı unutsa da attan nasıl düşüldüğünü unuttuğu söylenemezdi. Yine havada at biniyordu. Kazadan omzundaki bir çürükle kurtuldu, atıysa yuvarlandı, kasılan bacakları tekmeler attı ve sonra kıpırdamayı kesti. Sanki artık onun şövalyesi olmasını istemiyor gibiydi. Efendinin kılıcı sert toprağa saplanıp çat diye kırıldı. Kopan parçanın keskin ucu az kalsın yüzüne geliyordu.
Bir