On İki Hikaye ve Bir Rüya. H G Wells
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу On İki Hikaye ve Bir Rüya - H G Wells страница 8
Sırıtan dükkâncının yanına geldim ve taburesini tekmeledim.
“Bu saçmalığa bir son verin!” dedim. “Oğlum nerede?”
“Görüyorsunuz,” dedi, davulun içini göstermeye devam ederek. “Hiçbir aldatmaca yok…”
Onu tutmak için elimi uzattım ama o hünerli bir hareketle benden kurtuldu. Tekrar yakalamaya çalışırken sırtını döndü ve kaçmak için bir kapıyı iterek açtı. “Dur!” dedim ama gülerek uzaklaştı. Peşinden sıçradım – mutlak karanlığa.
PAT!
“Tanrım, sen koru! Geldiğinizi görmedim efendim!”
Regent Caddesi’ndeydim ve düzgün görünümlü bir çalışanla çarpışmıştım. Yaklaşık bir metre ötedeyse ve kafası karışmış görünen Gip duruyordu. Çalışandan yarım yamalak özür dilerken Gip bana döndü ve sanki bir anlığına beni kaybetmiş gibi parlak, küçük bir gülümsemeyle yanıma geldi.
Elinde dört kutu taşıyordu!
Parmağımı hemen ele geçirdi.
Bir an neler olduğunu anlayamadım. Sihir dükkânının kapısını görmek için etrafa bakındım ama orada değildi! Kapı yoktu, dükkân yoktu, hiçbir şey yoktu, sadece resim sattıkları dükkân ile civcivlerin olduğu pencere arasındaki gömme sütun vardı!
O zihinsel kargaşada mümkün olan tek şeyi yaptım; doğruca kaldırım taşına yürüdüm ve bir fayton çağırmak için şemsiyemi kaldırdım.
Gip, doruğa ulaşan bir coşkuyla, “Tayton,” dedi.
Binmesine yardım ettim, güçlükle adresimi hatırladım ve ben de bindim. Ceketimin cebinde olağandışı bir şey fark ettim ve bir cam top olduğunu gördüm. Huysuz bir ifadeyle sokağa fırlattım.
Gip hiçbir şey söylemedi.
Bir an için ikimiz de konuşmadık.
“Baba!” dedi Gip, sonunda. “Orası gerçek bir dükkândı!”
Bununla birlikte, her şeyin ona nasıl göründüğünü ve bunun nasıl bir problem yaratacağı sorununu düşünmeye başladım. Hiç hasar almamış görünüyordu – şimdilik iyiydi, ne korkmuş ne de çıldırmıştı, öğleden sonraki eğlenceden son derece memnundu ve kollarında dört kutu vardı.
Kahretsin! İçlerinde ne olabilirdi?
“Hım!” dedim. “Küçük çocuklar her gün böyle dükkânlara gidemezler.”
Bunu her zamanki soğukkanlılığıyla karşıladı ve bir an için annesi değil de babası olduğuma, faytondan görülebileceğimiz için insanların içinde onu öpemediğime üzüldüm. Sonuçta, çok da kötü bir deneyim değildi diye düşündüm.
Ama paketleri açtığımızda gerçekten rahatlamaya başladım. Üçünde asker kutuları vardı, oldukça sıradan kurşun askerlerdi ama o kadar kalitelilerdi ki Gip, bu paketlerin aslında hakiki Sihir Numaraları olduğunu tamamen unuttu. Dördüncüsünden canlı, beyaz bir kedi yavrusu çıktı. Sağlığı, iştahı ve ruh hali gayet yerindeydi.
Bu paketin açılmasıyla biraz daha rahatladım. Oldukça mantıksız bir süre boyunca çocuk odasında takıldım.
Bu altı ay önce oldu. Artık her şeyin yolunda olduğuna inanmaya başlıyorum. Yavru kedi, tüm yavru kediler gibi doğal bir sihre sahipti ve askerler, herhangi bir albayın isteyebileceği kadar dimdik ve sabit görünüyordu. Gip’e gelince…
Akıllı ebeveynler, Gip’e temkinli yaklaşmam gerektiğini anlayacaktır.
Ama bir gün ileri gittim. “Askerlerinin canlanmasını ister miydin Gip? Kendi başlarına dolaşmalarını?” diye sordum.
“Yürüyorlar ki,” dedi Gip. “Kapağı açmadan önce bildiğim bir kelimeyi söylemem gerekiyor.”
“Sonra tek başlarına mı yürüyorlar?”
“Ah, tabii ki baba. Öyle olmasa onları sevmezdim.”
Şaşkınlığımı göstermedim ve o zamandan beri, askerler etraftayken haber vermeden bir ya da iki kez ona uğrama fırsatı buldum ama şimdiye kadar onların sihirli bir şekilde performans sergilediklerini hiç görmedim.
Anlamak çok zor.
Bir de para meselesi var. Faturaları ödemek gibi tedavi edilemez bir alışkanlığım var. O dükkânı aramak için birkaç kez Regent Caddesi’nde dolaştım. Bu yüzden üzerime düşeni yaptığımı düşünüyorum. Ayrıca Gip’in adını ve adresini bildiklerine göre, bu insanlar artık her kimlerse, istedikleri zaman faturayı evimize gönderebilirler.
Örümcekler Vadisi
Gün ortasına doğru, iz süren üç kişi, sel yatağının etrafından dönüp kendilerini engin bir vadiye tepeden bakarken buldu. Kaçakları uzun süredir takip ettikleri zorlu ve dolambaçlı çakıl hendeği, yerini geniş bir yamaca bırakmıştı ve üç adam ortak bir dürtüyle patikadan ayrılarak zeytin ağaçlarıyla çevrili küçük bir tepeye doğru ilerlediler. Adamlardan ikisi, gümüş dizginli üçüncüsünün biraz arkasında durdu.
Bir yer bulmak için aşağıdaki geniş alanı hevesli gözlerle taradılar. Vadi göz alabildiğine uzanıyor, yer yer kuru dikenlere dönüşmüş çalılıklar ve ne olduğu anlaşılmayan kuru koyaklar ıssız, sarı çimleri bölüyordu. Vadinin mor uçları, üstleri muhtemelen daha yeşil olan uzak tepelerin mavimsi yamaçlarına karışıyor, vadinin iki tarafı birbirine yaklaştıkça gökyüzündeki maviliğin içinde kendiliğinden asılı kalmış gibi görünen karlı zirveler kuzeybatıya doğru daha da büyüyüp cüretkârlaşıyordu. Batı yönündeyse vadi uzaklara, ta gökyüzünün altındaki uzak bir karanlık ormanın nerede başladığını belirtene kadar genişliyordu. Ama üç adam ne doğuya ne de batıya baktılar, sadece kararlı bir şekilde vadinin karşısına baktılar.
İlk konuşan, dudağı yaralı sıska adam oldu. “Hiçbir yerde yoklar,” dedi sesinde bir hayal kırıklığı tınısıyla içini çekerek. “Ama sonuçta, bizden bir gün öndeler.”
Beyaz atlı, kısa boylu adam, “Onların peşinde olduğumuzu bilmiyorlar,” dedi.
Lider, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi acı acı, “O kız bilir,” dedi.
“O zaman bile hızlı gidemezler. Katırdan başka binekleri yok ve kızın ayağı bugün bütün gün kanadı…”
Gümüş dizginli adam ona öfke dolu bir bakış attı. “Görmedim mi sanıyorsun?” diye hırladı.
Kısa boylu adam kendi kendine, “Yine de işimize yarıyor,” diye fısıldadı.
Yaralı dudaklı zayıf adam kayıtsızca baktı. “Vadiyi geçmiş olamazlar,” dedi. “Eğer hızlı sürersek…”
Beyaz