On İki Hikaye ve Bir Rüya. H G Wells
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу On İki Hikaye ve Bir Rüya - H G Wells страница 5
Banghurst onu küçük odaya götürdü ve boş bir sürahi çıkardı. Bir malzeme aramak için odadan ayrıldı. Belki beş dakikalığına gitmişti.
O beş dakikanın hikâyesi yazılamaz. Seyirciler için dikilmiş tribünlerin en doğusunda, dışarı bakan pencere camına karşı insanlar tarafından zaman zaman Filmer’ın yüzü görülebiliyordu ama sonra Filmer geri çekilip gözden kayboluyordu. Banghurst büyük tribünün arkasında bağırarak gözden kayboldu ve az sonra uşak elinde tepsiyle çardağa doğru giderken göründü.
Filmer’ın son kararını verdiği oda, Banghurst’ün standartlarına göre oldukça sadeydi. Yeşil mobilyalarla ve eski bir çalışma masasıyla sade bir şekilde döşenmiş hoş, küçük bir odaydı. Duvarlar küçük, Morland tarzı oymalarla süslenmişti ve kitapların bulunduğu bir raf vardı. Şans bu ya, Banghurst masanın üstüne bazen oynadığı küçük bir kale tüfeği bırakmıştı ve şömine rafının köşesinde, içinde üç veya dört mermi kalan bir teneke kutu vardı. Filmer, dayanılmaz ikilemiyle boğuşarak o odada bir aşağı bir yukarı dolaşırken, önce sümenin yanındaki temiz küçük tüfeğe, sonra da düzgün küçük kırmızı etikete doğru yürüdü.
“.22 UZUN.”
Fikir bir anda aklına gelmiş olmalı.
Bu kadar dar bir alanda ateşlenen tüfeğin yüksek sesine ve odadan sadece bir Bağdadi duvarla ayrılan bilardo salonunda o anda birkaç kişi bulunmasına rağmen, hiç kimse sesi onunla ilişkilendirmemişti. Ama Banghurst’ün uşağı kapıyı açtığında ve dumanın ekşi kokusunu aldığında, ne olduğunu hemen anlamıştı çünkü Banghurst hane halkının hizmetkârları, Filmer’ın aklında neler olup bittiğine dair bir şeyler tahmin etmişti.
Bütün o yorucu öğleden sonra boyunca Banghurst, umutsuz bir felaket karşısında bir adam nasıl davranması gerekiyorsa öyle davrandı. Misafirler de düşüncelerini tamamen gizlemeleri imkânsız olsa da çoğunlukla Banghurst’ün müteveffa tarafından itinayla ve göz göre göre kandırıldığı gerçeğini pek dillendirmemeyi başardı. Hicks bana, alandaki halkın “alacaklıdan kaçar gibi” dağıldığını ve Londra’ya giden trende uçmanın insan için imkânsız bir şey olduğunu en başından beri bilmeyen tek bir kişi bile olmadığını söyledi. “Ama deneyebilirdi,” dedi birçok kişi. “O şeyi buraya kadar taşıdıktan sonra deneseydi.”
Akşam, nispeten yalnızken, Banghurst kendini kaybetti ve çamurdan bir adam gibi çöktü. Bana ağladığı söylendi ki bu heybetli bir sahne yaratmış olmalı. Kesinlikle Filmer’ın hayatını mahvettiğini ve tüm aygıtı MacAndrew’a yarım krona sattığını söyledi. Pazarlığın sonunda MacAndrew, “Düşünüyordum da…” dedi ve sözlerini tamamlamadı.
Ertesi sabah Filmer’ın adı ilk kez New Paper’da dünyadaki diğer günlük gazetelerde olduğundan daha az göze çarpıyordu. Dünyanın geri kalanı, saygınlıklarına ve New Paper’la aralarındaki rekabetin derecesine göre değişen vurgularla, “Yeni Uçan Makinenin Tüm Başarısızlığı”nı ve “Sahtekârın İntiharı”nı ilan ettiler. Ancak Kuzey Surrey bölgesinde yaşanan olağandışı hava olayları haberleri pek yankı uyandırmadı.
Wilkinson ve MacAndrew gece boyunca patronlarının bu fevri davranışının nedenleri konusunda şiddetli bir tartışmaya girmişlerdi.
MacAndrew, “Adam şüphesiz zavallı, korkak biriydi, ancak bilim açısından kesinlikle sahtekâr değildi,” dedi. “Ortalık biraz sakinleşsin, bu iddiamı pratikte de göstermeye hazırım, Bay Wilkinson. Deneysel testler yaparken bu kadar göz önünde olmamak gerek diye düşünüyorum.”
Tüm dünya yeni uçan makinenin başarısızlığını okurken, MacAndrew bu amaçla Epsom ve Wimbledon göklerinde şaha kalkmış asaletle yükseliyor ve eğriliyordu. Bir kez daha umuda ve enerjiye kavuşan Banghurst, kamu güvenliğinden ve Ticaret Kurulu’ndan bağımsız olarak, bir motorlu araba ve pijamalarıyla kendi dönüşlerini sürdürüyor ve MacAndrew’un dikkatini çekmeye çalışıyordu. Makinenin kalkışını yatak odasının penceresini açarken görmüştü. Yanında götürdüğü şeyler arasında daha sonradan bozulduğu anlaşılan film kamerası da vardı. Ve Filmer, yeşil çardaktaki bilardo masasında, vücudunda bir çarşafla yatıyordu.
Sihir Dükkânı
Sihir Dükkânı’nı birkaç kez uzaktan görmüştüm. Bir ya da iki kez önünden geçtim, çekici küçük nesnelerin, sihirli topların, sihirli tavukların, harika külahların, vantrilok kuklaların, sepet numarası için gereken malzemelerin, iyi görünen iskambil kartı destelerinin ve bunun gibi şeylerin olduğu bir vitrindi bu ve içeriye girmeyi hiç düşünmemiştim. Ta ki bir gün, Gip neredeyse hiçbir uyarıda bulunmadan, beni parmağımdan tuttuğu gibi oraya doğru çekinceye ve içeri girmekten başka çarem kalmayıncaya kadar. Doğruyu söylemek gerekirse Regent Caddesi’ne bakan mütevazı büyüklükteki dükkânın, fotoğrafçı ile kuluçka makinelerinden koşuşarak çıkan civcivlerin bulunduğu yerin arasında durduğunu hatırlamıyordum ama gerçekten oradaydı. Sirke yakın olduğunu ya da Oxford Caddesi’nin köşesinde, hatta Holborn’da olduğunu hayal etmiştim; her zaman yolun üzerindeydi ve biraz ulaşılmazdı, bir serap parçası gibiydi ama şimdi tartışmasız bir şekilde buradaydı ve Gip’in işaretparmağının tombul ucu camın üzerinde bir ses çıkardı.
“Zengin olsaydım,” dedi Gip, Kaybolan Yumurta’ya parmağını sürerek, “kendime bunu alırdım. Şunu da…” derken Aşırı Gerçekçi Ağlayan Bebek’i işaret ediyordu. “Şunu da.” Bu obje tam bir gizemdi. Üstündeki şık kartta gizemine yaraşır bir biçimde “Birini Satın Alın ve Arkadaşlarınızı Şaşırtın” yazıyordu.
Gip, “Bu külahların içine ne atarsan kayboluyormuş. Bunu bir kitapta okumuştum,” dedi.
“Şuradaki de Kaybolan Bozukluk babacığım, bu yüzünü koymuşlar ki nasıl yapıldığını görmeyelim.”
Gip, sevgili oğlum, annesinin görgüsünü miras almış, bu yüzden dükkâna girmeyi teklif edip beni sıkıntıya sokmak istemedi ancak, bilirsiniz, bilinçsizce parmağımı kapıya doğru çekti ve ilgisini açıkça belli etti.
“Bu,” dedi ve Sihirli Şişe’yi işaret etti.
“Eğer buna sahip olsaydın?” dedim. Bu umut verici soru karşısında ani bir ışıltıyla baktı.
“Jessie’ye gösterebilirim,” dedi, her zamanki gibi başkalarını düşünüyordu.
“Doğum gününe yüz günden az kaldı, Gibbles,” dedim ve elimi kapı koluna koydum.
Gip cevap vermedi ama parmağımı daha sıkı kavradı ve böylece dükkâna girdik.
Bu sıradan bir dükkân değildi; bir sihir dükkânıydı. Normal bir oyuncakçı olsa Gip hoplaya zıplaya önden giderdi ama şu an o halinden eser yoktu. Konuşmayı bana bıraktı.
Küçük, dar bir dükkândı, pek iyi aydınlatılmamıştı ve biz kapıyı arkamızdan kapatırken kapı zili yine hüzünlü bir sesle çaldı. Bir an için yalnızdık ve etrafımıza bakabildik. Alçak tezgâhı kapatan cam kasanın