Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri. Veli Toprak
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri - Veli Toprak страница 11
En azından vicdani olarak, gerek Allah’a karşı gerek millete, kendimize karşı sorumluluğumuz açısından çok faydalı işler yaptığımız kanaatindeyim ama burada sözünü düşünerek, tartarak akıldan, kontrolden geçirdiğini zannediyorum. Bilenlerle istişare ederek de görülmeyen, çok değerli, çok yararlı bir arkadaş daha vardı: İrfan Sönmez. Hâlen kendisine o saygım devam ediyor. Partide böyle değerli insanlar da var ama bunlar çok az Ankara’ya gelebilen, uğrayan insanlardı. Onlarla da güzel işler yaptık. Fakat seçim konusunda bir türlü biz bu Türkiye’yi idare etmeye hazırız, namzetimiz konusunda ciddi bir tavır gösteremedik.
Bu bizdeki tehlike fikrini daha açık anlamamıza sebep oldu. Onun için “Nur içinde yatsın.” diyeceğim. Şimdi sistem bunu gerçekleştirecek noktaya getirilemedi. Anayasa değişikliği, Siyasi Partiler Kanunu’nda ve benzeri kanunlarda değişiklikler yapılması gerekiyordu. Erken seçimler bunlara mâni oldu. Dolayısıyla o dönemde her parti kendini Meclise atmak suretiyle bir şeyler yapmak istiyordu. Ama şunu da görüyordum; bazı partilerin genel başkanları “Benim mutlaka Mecliste olmam, benim mutlaka başbakan olmam gerekiyor.” diye beyanatlar veriyorlardı. Mesela Irak’ın işgali söz konusu olduğunda Ecevit çok ciddi tavır koydu. Sadi Somuncuoğlu, ben, diğer birçok arkadaşımız çok ciddi tavır koyduk. Komşularımızla kavga ederek değil, konuşarak zengin olmalıyız. Ecevit de bunu savunuyordu. Bir de ben biliyordum Ecevit’in Kissinger’ın talebesi olduğunu ve Orta Doğu konusunda, olup bitecekler konusunda en sağlam bilgilere, en teferruatlı gizli bilgilere, saklı bilgilere de sahip olduğunu biliyordum. O yüzden de Bülent Ecevit’in bu konuda hata yapmayacağını düşünüyordum ve yapmadı. O yüzden de hükûmet gümbürtüye götürüldü. Bunu da söyleyeyim.
O zaman Irak’ın işgali söz konusu olduğunda bu siyasi partilerden birisinin genel başkanının şu sözü vardı; “Benim mutlaka Irak hadiselerinin çıktığında burada başbakan olmam lazım.” Bunun özü şuydu; Amerika’nın emrine selamı çakıp, topuğu vurup körlemeye dalmaktı. Kime karşı? En azından komşumuza karşı. Sınır komşumuza karşı Amerika’nın parasız askeri. Parasız diyorum çünkü para yine bizden çıkacak. Gönüllü askerliğini yapmak durumundaydık. Tabii ki biz bunlara kendimizi kaptırmadık ama daha sonra bunlar üzüntü verici şekilde gelişti ve sonunda iki partili noktaya getirildi.
Bor Madenlerine karşı biz de Muhsin Bey de ne kadar hassas olduk. Bu konuda ben daha çok bilgi sahibi olduğum için Parlamentoda da çok mücadele verdik. Benim hükûmette olduğum zamanda da onların devre dışı bırakılmasını ve neden Bor Madenlerinin devlet işletmesinde devam etmesi gerektiğini hükûmete kabul ettiren de bendim. Benden daha iyi bilen yoktu. Dolayısıyla Sayın Ecevit de o konuda bir şey olduğu zaman “Enis Hoca sen ne diyorsun? Kimse Enis Hoca’nın bakanlığını dışarıdan idare etmeye kalkmasın. Herkes kendi bakanlığını idare etsin. Bu ne yaptığını biliyor. Enis Bey sen de başka bakanlıkların bakanlığını idare etmeye kalkma.” diye onu da bir eklerdi. Güzel anılar oldu.
Düşünün Rahşan Hanım nerde, Ecevit orada. Biz günümüzü neyle geçirdik ama devlet sorumluluğunu aldığımız zaman başka bir adam çıktı karşıma. Tabii bunları çok iyi değerlendiremedi o zaman siyasi partiler ama bu konuda Muhsin Bey de bizimle aynı düşüncedeydi. O konuda da gereğini yaptı. Televizyonda olsun, basında olsun, meydanlarda olsun Türkiye’nin uzun vadeli menfaatlerine ve stratejik menfaatlerine sahip çıktı. Orada bir ayrılığımız olmadı.
Sadece bu seçime girerken ve girdiğimiz sıralardaki fırsatlar kaçırıldı. O fırsatları bilerek ve isteyerek kaçırdığını iddia edemem. Bu çok konuşuldu. Hatta bir gün ikimiz beraber bir arkadaş daha vardı Edip Özbaş’tı galiba tam emin değilim. “Mutlaka bir istişare etmemiz gerekir. Sizlerden başka doğru dürüst istişare edecek adam da bulamıyorum. Kendimi de iyi hissetmiyorum.” diye bizi Mustafa Özbek sendikaya davet etti. Orada aşağı yukarı 1,5 saat Mustafa Özbek’in konuşmalarını sabırla dinledik. 45 dakika da Muhsin Bey konuştu. Muhsin Bey’in konuşması bittiği zaman beklemediğim bir terbiyesizlik diyebileceğim Mustafa Özbek’ten karşı çıkış, “Çocuğunu azarlar gibi” derler ya halk dilinde, öyle bir görüşme ve ağzına geleni söyledi. Gözümün içine bakıyor Muhsin Bey. Biz orada davetliyiz, misafiriz. Yanlış da yapsak, kötü de yapsak, eğer aldanmışsak onu söyleyebilirsin. “Yanlış yaptın.” diyebilirsin ama hakaret etmeye hakkın var mı? Hem evine çağırdın hem de evinde hakaret ediyorsun bize. Sabırla ben bekledim. Mustafa Kafalı ve diğer öğretim üyeleri de orada bulunuyor. Onlar da müşavir. 7-8 kişinin içinde oldu bu hadise. Orada gayet sabırlı “Allah’a ısmarladık.” dedi gitti. “Ben biraz daha kalacağım.” dedim. İşin teferruatını görüştük. Birbirilerine kızgınlık taşıyan insanların uzun süre konuşmadığı zaman o kızgınlığı içinde büyüterek ve ekleyerek nasıl bir has-mane, düşmanca bir tutum hâline gelebildiğini ben çok rahat anladım çünkü bu benim mesleğimin bir parçası. Böyle tatsız şeyler de görüldü.
Ama daha sonraki seçimlerde de “Biz iktidar olalım.” şeklindeki bir noktada partide atılım yapılamadı. Çünkü “Elde var bir.” derdi Muhsin Bey. Bu elde biri kaybetmeden 2, 3, 5 yapmak mantıken doğru. Elde bir olan seni de beni de sıkıntıya sokuyor. Maksat iktidara gelmek, Türkiye’ye iktidar olarak hizmet etmenin dışındaki maksatlar galip geliyor. Benim 97 sırasında olan hadiselerde önceden bilgilerim vardı. İstifa dilekçelerimizi Haluk Çay ile beraber daktilo ettik, 2007’de. Orada tatsız konuşmalar oldu. Enteresandır, herkesin “Ülkücü olunca böyle olur. Böyle bilgili olmak, hatip olmak gerekir.” diye beğendiği 3-4 arkadaşımıza hâlâ üzülürüm. Muhsin Bey’in çevresinde bu kadar nasıl vakit geçirebildiler. Burada biraz evvel adı geçti birisinin. O benim yüksek lisans öğrencimdi. Yüksek lisans öğrenciliği yaparken yurt dışından bir burs bulduk. O bursla doktora yapsın diye de yurt dışına gönderdik. Ailece de severim. Babasının elini de öptüm. Sofralarına oturdum. O yüzden onu gündeme getirmek istemem.
Şimdi bu tiplerin benim oradaki tavrım ve bir siyasi parti genel başkanının “Yahu biz anlaşmıştık. Şurada şöyle şöyle. Bunları hiç konuşmadık, haberimiz yok. Ne oluyor?” dediğimde ortalık karıştı ve bunların hakaretine uğrar gibi oldum. Neredeyse karşılıklı bize yakışmayacak güç, kuvvet, patırtı. Hepsi birbirine karışacak ortam doğdu. 51 kişi biliyorsunuz. “BBP’de bir şeyler oluyor.” diye basın yazdı. Biz böyle bir keyiflendik, havalandık falan. “Seçime girmiyoruz.” noktası çıktı.
Namık Kemal Zeybek, Erbakan ile temasını devam ettiriyordu, ben de DYP ile temasımı devam ettiriyordum. Ayrı ayrı görevlendirilmişiz. O teması devam ettiriyoruz. Orada iyi istişare edilerek yürütülemedi. Benim yakın arkadaşım, eski dostum ama Mehmet Ağar bizi sırtından attı. Daha doğrusu yine benim doktora öğrencim Erkan Mumcu Bey de oyalayıp oyalayıp sırtından attı. Bina falan ele geçirildikten sonra sen dışarıda kal, Muhsin Bey sen de dışarıda kal. Ben de inat ettim. Bunun ikisini bir araya getireceğim. Ağar’ı da razı ettim. Ama Muhsin Bey neredeydi? Samsun mu, Çorum mu bir partilinin oğlunun sünnet düğününde. Ne işin var orada? Bu kadar sene hukukumuz var. “Ben o hareketten bir şey ummuyorum. Olmayacağını düşündüğüm için de burada bari gönül alalım diye çıktım geldim.” dedi. Çok yanlış yaptın. Ben onu yakaladım. “Sen de burada olacaktın. Mecburen