Mitoloji Rehberi. Helen Archibald Clarke
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mitoloji Rehberi - Helen Archibald Clarke страница 11
Büyükanne onun korkmasına gülmüş ve nasıl bir ses duyduğunu sormuş. Çocuk cevaplamış: “Ko-ko-ko-ko.”
Bunun üzerine yaşlı kadın torununa çok küçük ve sersem olduğunu; duyduğu şeyin, adını, çıkardığı tuhaf sesten alan bir kuş olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Manabozho nöbetine geri dönmüş. Bulutları izlerken kendi kendine şöyle düşünmüş: “Ben bu kadar budalayken büyükannemin bu kadar bilge olması, ne annemin ne de babamın sağ olması çok tuhaf. Onlarla ilgili tek bir kelime bile duymadım. Sorup öğrenmeliyim.”
Eve dönmüş, sessiz ve kederli bir halde oturmaya başlamış ancak bu durumun büyükannesinin dikkatini çekmediğini fark edince yüksek sesle ağıtlar yakmış ve ağıtların gürültüsü, kulübeyi sarsana ve büyükanneyi neredeyse sağır edene dek artarak devam etmiş. Yaşlı kadın sonunda “Manabozho, derdin ne? Çok gürültü çıkarıyorsun,” demiş.
Manabozho ağıtına devam edip bir yandan da ağlarken hıçkırıkları arasında, “Ne annem var ne de babam,” demiş ve her zamankinden daha da gürültülü bir ağıt yakmaya başlamış.
Kötü kalpli ve intikamcı olduğunu bildiğinden, büyükannesi ona ailesinin başına gelenleri söylemeye korkuyormuş çünkü bu konuda sorun yaratacağını biliyormuş. Manabozho ağlamaya devam ederek üçüncü veya dördüncü kez, anne babası ve hiçbir akrabası olmayan zavallı, talihsiz bir çocuk olduğu için ağıtlar yakmış.
Büyükanne sonunda, “Evet, baban ve üç erkek kardeşin hayatta. Annen öldü; ailesinin rızası olmadan Batı, yani baban onu eş olarak aldı. Kardeşlerinin adları Kuzey, Doğu ve Güney; senden daha büyük oldukları için baban onlara isimlerine uygun rüzgârları estirebilmeleri için büyük bir güç bahşetti. Sen onun en küçük çocuğusun. Bebekliğinden beri sana ben bakıyorum çünkü babanın kötü muameleleri yüzünden annen sen daha bebekken öldü. Doğduğum, sonra da kadın kıskançlıkları yüzünden terk etmek zorunda kaldığım gezegenimin bu tarafında senden başka akrabam yok. Annen benim tek evladımdı, sen de benim tek umudumsun.”
“Babamın hayatta olmasına sevindim,” demiş Manabozho. “Sabah onu ziyaret etmek için yola koyulacağım.”
Büyükannesi ona, babası Xingabiun’un ya da Batı’nın, yaşadığı yerin çok uzakta olduğunu söyleyerek onu vazgeçirmeye çalışmış.
Ancak bu bilgi Manabozho’yu endişelendirmemiş, aksine sevindirmiş çünkü o güne dek o kadar büyümüş ve güçlenmiş ki büyükannesinin küçük çadırını terk edip dışarıda yaşamak zorunda kalmış. Boyu o kadar uzamış ki istese, ayağa kalktığında tırmanma zahmetine katlanmasına gerek kalmadan en uzun ağaçların en tepesindeki dallarına tüneyen kuşların kafalarını koparabilirmiş. Ve eğer, ağaçlardan birini kendine bir baston olarak kullanmak istese, onları başparmağıyla koparıp yapraklarını ve dallarını avcuyla sıyırmaktan başka bir şey yapmasına gerek kalmazmış.
Gidişine çok üzülen büyükannesine veda eden Manabozho, büyük bir hızla yola koyulmuş çünkü tek bir adımıyla bir bozkırdan diğerine geçebiliyormuş.
Babasını batıda, yüksek bir dağın tepesinde bulmuş. Onun yaklaştığını çok uzaktan fark eden babası, oğlunu karşılamak için dağın yamacından birkaç kilometre aşağı atlamış ve yan yana, görünüşe göre birbirlerinden çok memnun bir halde iki ya da üç dev adımla bulutlara yakın bir yükseklikteki evlerine varmışlar. Birkaç gün birbirleriyle konuşarak geçmiş; bu iki devasa insan daha önce hiç küçük çaplı bir eylemde bulunmadığından, konuşmalarının enginliği göz önüne alındığında, tek bir cümle kurmak için bütün bir günü harcamak onlar için oldukça sıradan bir olaymış.
Bir akşam Manabozho babasına dünyada onu en çok korkutan şeyin ne olduğunu sormuş.
“Hiçbir şeyden korkmam,” demiş babası.
“Hiç mi? Fazlasından zarar göreceğin hiçbir şey mi yok? Haydi, söyle bana.”
Manabozho ısrarlarına devam edince babası sonunda şöyle demiş:
“Var, buradan birkaç kilometre ötede, şu tarafta kara bir taş var,” demiş ve eliyle işaret etmiş. “Korktuğum tek şey bu çünkü vücudumun herhangi bir yerine çarparsa, canımı çok yakar.”
Batı, bu önemli bilgiyi büyük bir gizlilik içinde oğluna açıklamış.
“Şimdi, söyle bakalım oğul, bu kara taşın baban için kötü bir etkisi olduğunu kimseye anlatmayacaksın değil mi?” diye sormuş ve eklemiş: “Sen hayırlı bir evlatsın, bu sırrı saklayacağını biliyorum. Şimdi söyle bakalım oğul, senin hoşuna gitmeyen bir şey var mı?”
Manabozho hemen cevap vermiş: “Yok.”
Kararlı ve inatçı bir mizacı olan babası aynı soruyu on yedi kez sormuş ve her defasında Manabozho aynı yanıtı vermiş: “Yok.”
Batı ısrar etmiş.
“Korktuğun bir şey olmalı.”
“Pekâlâ,” demiş Manabozho. “Söyleyeceğim.”
Konuşmak için büyük çaba sarf etmiş ancak bu ona ağır gelmiş.
“Çıkar şu ağzındaki baklayı!” diye bağırmış Ningabiun ya da Batı ve Manabozho’nun sırtına öyle bir yumruk atmış ki sesi dağları inletmiş.
“Je-ee, je-ee, şey…” diyebilmiş Manabozho, çektiği acı her halinden belli oluyormuş. “Yeo, yeo! Adını söyleyemiyorum, tir tir titriyorum.”
Batı ona korkularından kurtulmasını ve yüksek sesle konuşmasını, kimsenin ona zarar vermeyeceğini söylemiş.
Manabozho yeniden konuşmaya çalışmış ve gücüyle boy ölçüşemeyeceğini bildiği babası, onu birkaç kilometre ötedeki nehre atmakla tehdit etmese, yine aynı ıstırap numarasını tekrarlayacakmış ancak sonunda pes edip haykırmış:
“Baba, nasılsa öğreneceksin, korktuğum şey su kamışı köküdür.”
Bütün gün boyunca cümleleri ağzından kolayca çıkaran kişi, “su kamışı” kelimesini telaffuz edebilme çabasıyla bitkin düşmüş.
Birkaç dakika sonra Manabozho, “Sadece nasıl göründüğüne bakmak için bu kara taştan bir parça koparıp geleceğim,” demiş.
“Pekâlâ,” demiş babası, “Ben de sadece nasıl bir tadı olduğunu anlamak için su kamışı kökünden bir parça koparacağım.”
İkisi de düzenbazlık yaparak gözü kara emelleri için içten içe hazırlanmaya başlamış.
Akşama doğru ayrılmışlar; Manabozho kara taşı alacağı yere ulaşmak için kilometrelerce yürümüş, Ningabiun da dağın diğer yamacından aşağıya doğru koşturmaya başlamış.
Gün